12 Mayıs 2008 Pazartesi

SANAT DÜŞÜNCESİ


Dünyaya doğrusal olarak bakanlar ve onların karşısında bu bakışı kırılmaya uğratanlar. İlk durumda nesnel bir bakış söz konusu olduğu halde, ikinci durumda bakış söz konusu değildir bir bakıma. Bakışsızlık üzerinden bir dünya kurulumu vardır. Bekleneni vermeyen bir görüş açısının neden olduğu bir bakışsızlık durumu. Sanat burada başlıyor belki de ve sanat eserini ilk bakışta anlaşılmaz kılan da budur. Sanat temelde bir gerçeklik kaygısıdır. Kendisine gerçeklik olarak sunulan söylemi ya da kişisiz bir görünüm altında gerçeklik olarak görüleni kabullenmediği için bu sunumu geçersiz kılar ve gerçeği yeniden kurmaya başlar. Ulaşmaya çalıştığı şey, henüz herhangi bir müdahalenin olmadığı başlangıç durumudur. Buna ulaşabilmek için, kendisine seçtiği nesne üzerinde gerçekleştirilen her türlü müdahaleyi deşifre edip geçersiz kılar. Gerçeğin üzerinde yaratılan simülasyonu ve onun yerine geçen simülakrı ortaya çıkarıp onu çarpıtarak yeni bir gerçeklik görünümü yaratır. Ancak sanat bunu doğrusal olmayan bir biçimde yapar ve bu yönüyle felsefeden ve bilimden ayrılır. Bu noktada, başlangıç durumuna geri dönmek için, yaratılan simülasyonu yeniden simülasyona uğratarak geçersiz kılar. Yaratılan ikinci simülasyon sanat eserini oluşturur. Simülasyonu aşmak için yeniden simülasyona başvurulmasının nedeni gerçeğin üzerini ikinci kez örtmek değildir. Bunun nedeni sanatın doğrusal olmayışıdır. Sanat gerçeği söylemek için gerçeğin kendisini doğrudan doğruya sanat alanına taşımaz, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu felsefenin ve bilimin yöntemidir. Sanat en basit ifadeyle algıyı çarpıtmaya ve kırılmaya uğratarak, imgelem ve çağrışımlar aracılığıyla gerçeği dolayımlayarak anlatmaya çalışır. Soyut sanatın daha yüklü ve etkili bir anlatıma sahip olmasının nedeni de budur. Ve yukarıda bahsettiğimiz sanattaki bakışsızlık da, görüntüde kırılma ve çarpıtma yaratarak olağan bakışı felce uğratıp geçersiz kılmasının bir sonucudur. Genel olarak onaylanan olağan bakışın karşısında sanatın tikel bakışı geçersiz kabul edileceğinden, sanat bir tür bakışsızlık olarak görülür. Ancak olağan bakış bir simülasyon ürünü olarak görüldüğünden, sonuçta sanat başlangıç durumuna yöneltilmiş gerçek bakış olarak ortaya çıkar.

Peki sanatçının gerçeklik kaygısının olması onun her zaman gerçeği anlattığı anlamına gelir mi? Kuşkusuz bu durum fazlasıyla görecelidir. Elbette ki sanatçı belli bir gerçeği anlatma amacıyla hareket eder, ancak bu onun gerçeği yakaladığı anlamına gelmez. Bir simülasyon olarak yaratılan sanat eserinin, gerçekliğin başlangıç durumunu yansıtma gücüne sahip olup olmadığının görülebilmesi için, gerçekliğin kendisi, onu sanat eserinde simüle eden göz ve bu simülasyona bakan donanımlı göz arasındaki uyumun sorgulanması gerekir. Böyle bir uyumun varolup olmadığını gösteren en önemli etken ise zamandır. Sanat eserinin gerçekliği zamanla sınanır. Sanat eserindeki gerçeklik söylemi bir ölçüde doğrulanabilir olmalıdır ve sanatçının ve bakan gözün ötesine geçip zamanda varlığını koruyabilmelidir.

Sanattaki gerçeklik kaygısı estetik boyutundan önce gelir ve onun üstündedir. Estetik boyut gerçekliğin yansıtılma biçimiyle ilgilidir ve temelde gerçeklik söylemini çarpıcı, etkileyici ve çekici kılma durumudur. Sanattaki gerçeklik sorunsalı dışarıda bırakılarak sadece estetik boyutun yani “güzel” oluşun öne çıkarılması sanatın temel yönelmişliğiyle çelişir. Çünkü sanatsal eylemin merkezinde insan vardır ve genel olarak insanlığa yöneliktir. Her şeyden önce sanat eserinin alıcısı sanatçının dışındaki insandır ve eserin insanlara sunulmasının anlamı, onlara anlatılacak ya da verilecek bir şeyler içeriyor olmasıdır. Dolayısıyla örneğin bir yazar eline kalemi aldığı andan itibaren etik alanına girmiş olur. Anlatma ve bir şeyler sunma isteği ya da ihtiyacı etik bir durumdur; bu bir insanın sadece başka bir insan ya da insanlar karşısında sergileyebileceği bir tutumdur; dolayısıyla, bir sanatçının sanat eylemindeki yönelmişliğin başka insanlar olması, sanatın bütünüyle etik bir boyuta sahip olduğunu gösterir. Buna karşılık, sanat eserinin salt “güzel” kavramı üzerinden ele alınması ya da sadece güzelin hedeflenmesi sanatsal olma durumunu sorunlu hale getirir. Çünkü bu durumda yaratılan eserde düşünce boyutu dışarıda kalır ve sadece alıcısı olan insanda yarattığı duygu durumlarıyla varolur; bu duygu durumları sanat dışındaki araçlarla sağlanan duygu durumlarıyla benzeştiğinde ya da karıştığında, söz konusu eserin sanat alanına girmesi zorlaşacaktır (örneğin doğanın, bir oyunun, iyi ya da kötü bir olayın, bir ayinin yarattığı duygu durumları gibi). Dahası sadece çeşitli duygu durumları yaratan eserlerde, sanat eseri olma durumunun tersine, belli bir doğrusallık söz konusudur. Her şeyden önce duygu durumları somut birer dışavurum olarak kendini gösterir; dahası yaratılan duygu durumunun çoğunlukla kendi dışında bir göndergesi yoktur ya da olsa bile, kendi dışındaki bu gönderge de yine bir duygu durumudur sadece. Buradan anlaşılacağı üzere, sanat eserinin temel karakteri estetik değil etik olmasıdır ve gerçeklik kaygısı bu etik alanı oluşturan temel etkendir.

Buna karşın, günümüz dünyasında, sanat çoğunlukla sadece estetik yönüyle yani “güzel” kategorisi içerisinde öne çıkarılmakta, gerçeklik ve etik boyutu dışarıda bırakılmakta ve böylece sanatsal eylemin içi boşaltılmaktadır. Bunun temel nedeni burjuva sanat anlayışında ya da sanatın burjuva toplum için ifade ettiği şeyde yatmaktadır. Sanatın bir gerçeklik kaygısı olduğunu söyledik. Özellikle 20. yüzyılda bu gerçeklik kaygısı soyut sanatla giderek derinleşmiş, kapsam olarak genişlemiş ve dünyaya yöneltilmiş eleştirel bir bakış haline gelmiş ve temelde dünyaya karşı bir reddiye olarak ortaya çıkmıştır. Bu eleştirinin yöneldiği temel noktaların başında ise, doğal olarak, hakim dünya sisteminin taşıyıcısı olan kapitalist-burjuva düşüncesi gelmektedir. Bu durumda burjuvazi, sanatsal eylemin içeriğini çoğunlukla soyutlayarak sadece estetik yönüyle ele alır ve tüketir; çünkü içerik çoklukla ona yönelik bir eleştiridir ve onu olumsuzlayarak aşmaya yönelir. O halde sanat eserinin burjuvazi tarafından salt “güzel olma durumuna” indirgenerek alımlanması kaçınılmazdır. Kendisine yönelik bir eleştiri olmasına rağmen burjuvazinin sanata yönelmekte ısrar etmesinin temel nedeni ise, sanat eserinin çok sayıda alıcısı olan bir tüketim nesnesi ve burjuvazi için önemli bir prestij aracı olmasıdır. Böylelikle burjuvazi hem sanat eserini bir sermaye birikim aracı haline getirmekte hem de sanatla ilişkilenerek ciddi bir prestij ve saygınlık elde etmekte ve böylece kendisini her iki yönden tatmin etmektedir. Burjuva toplumunda, konfor üreten maddi tüketim nesnelerinin yanında, sanat eseri de saygınlık üreten bir tüketim nesnesi haline gelir. Bu bakımdan, tüketim toplumunda, sanat eserinin alımlanması tüketim yarışının bir parçası haline gelmektedir; göstergeler dünyasında seçkin sanat eserleri önemli birer prestij göstergesidirler. Böylelikle burjuvazi, diğer sınıflar karşısında seçkin olma durumunu pekiştirmiş olur. Kitlenin ilişkilenemediği ve kitleyi aşıyor gibi görünen sanat alanını kendi egemenlik alanına eklemleyerek, sanatı elit burjuva yaşam alanının bir boyutu haline getirir ve bunu kendisini kitleden ayıran bir gösterge olarak sunar. Seçkin ve gösterişli bir eylem alanı olan sanat alanına ulaşabilen tek seçkin sınıf olarak ortaya çıkar ve büyük sanat yatırımlarıyla bunu pekiştirir. Sanatla ilgilenmek, seçkin bir burjuva olmanın bir göstergesi olur. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, sanat eserindeki eleştirel içeriği dışarıda bıraktığı için, bu içi boşaltılmış bir sanattır artık ve burjuvazi bir “sanat-sevicisi” olmanın ötesine geçemez.

11 Mayıs 2008 Pazar

EDEBİYAT ÖDÜLLERİ ???



Sait Faik Hikaye Armağanı ve Yunus Nadi Öykü Ödülü kısa süre önce sahiplerini buldu. Birincisi Behçet Çelik'e, ikincisi ise Yavuz Ekinci'ye verildi. Edebiyat ödüllerinin yeni kuşaktan yazarlara verilmiş olması sevindirici. Fakat genel olarak bakıldığında, acaba edebiyatımız ne kadar "ödüllük" bir edebiyat diye sormadan edemiyorum. Kuşkusuz edebiyatımızda gerçekten çok güçlü kalemler olmuştur bugüne dek; özellikle insan hikayeleri anlatısı açısından gerçekten önemli bir yerde duruyor edebiyatımız. Fakat bu iyi oluş çoğunlukla kendi içinde başlayıp biten biten bir işleyişe denk düşüyor. Dolayısıyla bunun ötesine geçildiğinde, genel olarak yazınımıza bakıldığında, dünyadaki düşünsel mirasa katkıda bulunabilecek, yeni akımlar yaratabilecek ve evrensel yazını etkileyebilecek bir düşünsel üretimin olmadığını görüyoruz bugüne dek. Yıllardan beridir aklımı kurcalayan bir konu bu. Tam olarak cevabını bulabilmiş değilim. Ama bazen, acaba geri kalmışlığın, hep geriden takip etmenin bir tezahürü mü diye sormaktan kendimi alamıyorum. Düşünsel anlamda (edebiyat, sanat, vs.) hep kendi kendine yeten, kendi yağında kavrulup giden ama gerçek anlamda dünyaya dair söyleyecek sözü olmayan bir ülkede yaşıyormuşuz gibi bir izlenim edinmişimdir hep. Sanat, edebiyat ya da felsefe denildiğinde mutlaka dışarıya bakmak zorunda kalmak çok rahatsız edici bir durum; çünkü bu durumda içerinin yetersizliğini görmüş oluyoruz. Elbette ki dışarıyı besleyen kaynaklar bellidir ve yeterli bir açıklamaya sahiptir; fakat bu bir bahane olamaz, çünkü akıl evrenseldir ve evrensel aklın ortaya koyduğu verilere ulaşma biçimleri sonsuzdur artık. Bunları düşünürken, edebiyat adına, bu kendine yeterliği sürdüren, yeniden üretip ileriye taşıyan ve sürekli kendi üzerine dönen bir anlayışın ortaya koyduğu eserleri görmek beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Güzel insan hikayeleri anlatan, sokağı dile getiren, çeşitli yaşanmışlıkları irdeleyen, psikolojik çözümlemelerle insan ruhunun haritasını çıkarmaya çalışan, duygusal olanı işleyip insanları ağlatan, eğlendiren ya da heyecanlandıran metinler sorunu derinleştiriyor ve yukardaki izlenimin giderek güçlenmesine neden oluyor. Çünkü bunlar evrensel bir olgu yaratmak için yeterli değil. Sonuç olarak edebiyat ödülleri, sürekli kendi üzerine dönen bir sürece eklemlenmeyi başaran ve bunu devam ettiren çalışmaların otorite tarafından tasdik edilmesinden öteye geçemiyor pek. Sorun otoritede mi yoksa onun muhataplarında mı? Sanırım her ikisinde.