25 Mayıs 2012 Cuma

IŞIK, EDEBİYAT, OVIDIUS, WITTGENSTEIN, VS.


Gözler ışık yordamıyla oluşmuş mekanizmalardır. Kadim Mısır uygarlığından bu yana bilinen bir gerçektir bu. Her türlü sıfatlardan yoksun canlılar için ışık gözden önce gelir; fakat insan söz konusu olduğunda, görme eyleminin niteliği bakımından, ışığın varlığı gözlerin oluşumunu takip eder. İnsanı insan yapan özsel şey onun içinde ışıktan önce gerçekleşir; ancak bu öz yalnızca ışık sayesinde gün yüzüne çıkar. 
Varlığın dışa açılımı olarak ışık ve görme eylemi resim sanatında kendini en açık biçimiyle ortaya koyar. Klasik resim sanatı bütünüyle bir ışık oyunudur denilebilir. Perspektifin kanonik niteliğinden dolayı, bu resim anlayışında ışık vizyonun ve öze yönelik algılamanın neredeyse tek aracı konumundadır. Perspektifin terk edildiği ve soyut olanın öne çıkarılıp yüceltildiği XX. Yüzyıl resim sanatında ise, eserlerdeki vizyonu gerçekleştiren maddi ışık insan zihnindeki ışıkla birleşir ve bunun sonucunda iki boyutlu bir algılama ortaya çıkar. Maddi ışık kodlanmış parçalara ayrılırken, zihindeki ışık bu kodların çözüldüğü alan haline gelir. 

      1941 yılında, eski bir sanat öğrencisi olan Adolf Hitler, kuzey Avrupa’ya yaptığı gizli bir gezi sırasında, bir yandan Rusya’ya yapacağı saldırının planları üzerinde çalışırken, bir yandan da bir tuval üzerinde uygulanan renkler arasındaki farklılığın görme düzeyi ve niteliği üzerinde ne derece etkili olduğu yönünde araştırmalar yapıyordu. Bulduğu sonuç şöyle bir yargıya dayanıyordu: Renk farklılıkları önemli bir faktör olmakla birlikte, renk alanlarının niceliksel özellikleri algılama ve tepki oluşturma süreçlerinde birincil bir faktördür. 1943 yılında Nazi orduları gerilemeye başladığında, Hitler ulaştığı bu yargının ne denli doğru olduğuna acı bir deneyimle tanık olmuştur. Onu böylesine bir yıkıma götüren en önemli hatalardan biri, resim sanatıyla ilgili olarak fark ettiği bu gerçeği savaş alanlarına uygulamakta yetersiz olması ve çoğu zaman tereddüt içinde kalmasıydı.
17. yüzyılın başlarında Floransa’da İspanyol kökenli bir edebiyatçı yaşamıştır. Publius Ovidius ismiyle anılan ve yaşadığı dönemde olduğu gibi bugün de pek bilinmeyen bu edebiyatçının gerçekte kim olduğu konusunda büyük bir belirsizlik söz konusudur. Onu bizim için önemli kılan şey ise edebiyat ile ışık ve görme eylemi arasında kurduğu ilişkidir. Ovidius yazma eylemini ışıkla kurulan bir ilişki olarak tanımlamıştır. Edebiyat, ışık aracılığıyla mürekkep ve kağıt biçiminde somutlaşan dış dünyanın yazı formunda ikinci kez somutlaşmasından ibarettir. Bu somutlaşma dünyaya yeni bir biçim kazandırır ve bu yeni biçim edebiyat ve sanat denilen, çağrışımlara ve dolayımlanmış göndergelere dayanan bir açımlama yöntemi olarak ortaya çıkar. Bunun sonucunda edebiyatçı, ışığın açılımları olan sonsuz varyasyonlar üzerinden dış dünyayı kavrar ve bir başka ışık oyunu olan yazı biçiminde kağıda aktarır. 
Ovidius’un yazdığı metinler bu edebiyat anlayışı için birer uygulama alanıdır diyebiliriz. Günümüze ulaşan sınırlı sayıdaki yazıları arasında, “Adium” adını taşıyan metinde bunu açıkça görürüz: 
Julius başını kaldırıp etrafına bakındı, denizin ortasında bir kaya üzerinde oturuyordu. Uzaklarda gökyüzüne yansıyan insan suretleri gördü. Her şeyden habersiz, sevinç ve kedere gark olmuş suretler. Julius başını eğdi, eliyle denize dokundu ve gördüklerini yazdı suya. Tanrı ona ışık bahşetmişti…
Ovidius’un diğer metinlerinde aynı anlayışın farklı alanlara uygulandığını görürüz. Dahası, anlattığı şeyler gibi yazdığı metinler de ışık ve vizyonla varolmuştur. Bu türden bir yaratımın izlerine Ovidius’tan önce de rastlamak mümkündür. Antik Yunan metinlerinde benzer bir yaklaşımı yansıtan dizelerle karşılaşırız. Çok sonraları Dante’de de bu durum çarpıcı bir örnekle ortaya çıkar. “Tanrı ışığıyla dokunmuştu insanlara ve ozanlar onlara bakıp ağıtlar yaktılar.” Ancak burada düşünülmüş bir yaratımdan ziyade, Ovidius’un edebiyata dair teorik yaklaşımıyla örtüşen bir durum söz konusudur denilebilir. Ovidius varolan ama bilinmeyen bir şeyin teorisini oluşturmuştur.

Lord Byron’un henüz çocuk denebilecek bir yaşta yaşadığı bir deneyim onun neden edebiyata ve şiire yöneldiğine dair ipuçları taşır. Güneşli bir günde yeşilliklere uzanıp gökyüzünü seyre dalar genç Byron; bir müddet sonra güneşin keskin ışıkları altında hiçbir şey göremez hale gelir. Ovidius’un aksine Byron için ışık varoluşu aydınlatan bir güç değil, tam tersine varlığı karartan bir göz bağı haline gelmiştir. Byron’un kimi şiirlerinde karşımıza çıkan bu tema böyle bir keşfe dayanır. Karmaşanın, sahteliklerin ve yapay ilişkilerin hakim olmaya başladığı bir dünyada, bütün bunların kaynağı ve nedeni olan insanlık denen olgu bireyin üzerine bir ağırlık gibi çöker; onun dışarıya açılan yanlarını kırıma uğratır, niteliksizleştirir, soysuzlaştırır. “Gündüz vakti nasıl da kararıyor ortalık, insanlar her yerde.” İnsanlara dokunan ışık onları görülür kılar; ama insanların kalabalıklaşmasıyla birlikte yaşadıkları dünya kararmaya başlar. 
Edebiyat tarihinde, ister bilinçli ister kendiliğinden olsun, ışık, ışıktan yoksun oluş ya da ışığın görünümleri üzerinden farklı boyutlarda tezahür eden gerçekleşimlere dair pek çok örnek bulmak mümkündür. 19. yüzyılın büyük edebi şahsiyeti Victor Hugo’nun yaptığı ve onun pek az bilinen bir yönünü ortaya koyan çizimlerde bu durumun bir başka versiyonuna tanık oluruz. Hugo görmeyle ilgili bir rahatsızlıktan muzdariptir; renk ve şekillerin algılanmasıyla ilgili bir rahatsızlık. Ama yaşadığı bu sağlık sorununa rağmen tedavi olmaya veya gözlük taşımaya yanaşmaz. Ona göre, görme yetisindeki bu rahatsızlık aslında yazdığı metinlere ve yaptığı çizimlere özgün niteliklerini veren avantajlı bir durumdur. Varolan şeylerle onların algılanması sürecinde yaşanan bir bozukluğun neden olduğu öznel görünüm arasındaki farklılığın yarattığı bir özgünlük söz konusudur. Hugo’nun çizimlerinde hakim olan koyu renkler ve belirsiz formlar bunun bir sonucudur ve çizimlerindeki bu özellikler yazdığı eserlerde de benzer bir etki oluşturur. 
         Son olarak, Avusturyalı ünlü felsefeci Wittgenstein’ın bu konuyla ilgili olarak, Kesinlik Üzerine adlı eseri için Edebi Mantık ve Vizyon İlişkisi alt başlığıyla kaleme aldığı bir yazıya değinmek faydalı olacaktır. Wittgenstein son derece ilginç bir varsayımdan yola çıkarak edebiyat tarihini bir bakıma yeniden tasarlamaya çalışır. Işık, görme ve edebiyat arasındaki ilişkiyi farklı bir bağlamda kurgular ve bunu edebiyata damgasını vurmuş ünlü yazarların çalışmalarına uygular. Burada şu soruya cevap bulmayı hedefler: Farklı bir ışık yoğunluğunun olduğu bir dünyada, insandaki görme eylemi farklı bir şekilde gerçekleştiğinde, bu durum bugün okuduğumuz edebi eserlerin oluşumunu nasıl etkilerdi?
         Wittgenstein’ın vardığı ilk sonuç, edebi eserlerde miktar, hacim ve tematik içerik açısından belli bir azalma olacağı şeklindedir. Buna paralel olarak, aynı türden konuların daha fazla yazar tarafından ve daha farklı biçimlerde ele alınacağını öngörmektedir. Ancak, beklenenin aksine, eserlerdeki ayrıntılarda azalma veya basitleşme olmayacak, tam tersine, oluşan vizyonun niteliği itibariyle, çağrışım ve illüzyonlar yoğunlaşacak ve bunun sonucunda, kesinlik duygusundaki farklılaşma nedeniyle ayrıntılar alabildiğine çoğalacaktır. Her halükarda, alışık olduğumuzdan çok farklı bir edebiyat yaratımıyla karşı karşıya olacağımız söylenebilir rahatlıkla.
Edebiyat ve sanat üzerine pek çok şey söylenebilir. Ve söylenen her şey biraz da ışıkla ilgilidir aslında. İnsan sadece görmek için değil, anlatmak için de ışığı kullanır.

(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)