23 Nisan 2017 Pazar

SANAT: BAROK UZAM



     Var olanı var olmayan yollarla anlatmak: Sanat. Bu dolayımın, yani kurgusallığın nedeni gerçeklikte yaratılan kırılmaları, boşlukları, fark edilmeyeni, gizleme alanlarını yahut çarpıtmaları açığa vurmaktır. Sanat eseri bunlara karşı yeni bir kırılma ve çarpıtma halinde ortaya çıkar. İkilenen bu kırılma/çarpıtma bir tür antiteze dönüşür; hedef, başlangıç anına ulaşmak, boşlukları doldurmak, çarpıtmaları düzeltmek veya gizleme alanlarını deşifre etmektir. Bu başlangıç anı aynı zamanda sanatın var olmadığı andır.
Halihazırda gerçeklik (veya gerçeksilik) sayısız kıvrımlardan oluşur. Her bir kıvrım gerçekliğe ait bir verinin barındığı alandır. Gerçeklik düz değildir; düz olan şey yalnızca tekil sonsuz-küçüklüktür. Bu da tanımı itibariyle kavranamaz bir şeydir. Tekillikler yalnızca çarpışma ve birleşmelerle algı alanına düşer. Gerçeklik yalnızca bunların aracılığıyla kavranır. Bu çarpışma ve birleşmeler, sürüklenmeler harekete, yani zamana işaret eder.
Zaman harekete geçen mekândır. Zamandan bağımsız mekân bir tekrar iken, zamanın dahil olduğu mekân farka dönüşür. Bir başka ifadeyle, varlık tekrardır, varoluş ise farktır. Bu bağlamda, zaman aracılığıyla harekete geçen mekân daima kıvrımlar yaratır. Kıpırtısız düz bir çarşaf düşünelim: çarşafın üzerinde zaman durmuştur. Bir insan çarşafın üzerine uzanır ve hareket eder, yani zamanı başlatır. Zamanın başlamasıyla birlikte, düz ve kıpırtısız çarşaf bozulmaya, eğilip bükülmeye, kıvrılmaya başlar. Zamanın mekânda yarattığı her müdahale bir veri olarak çarşafa işlenir. Gerçeklik bütünüyle bu türden zaman-mekân oyunlarıyla örülüdür. Nesneler, eylemler, görünümler, imgeler, sözler birbirine eklemlenerek mekânı yani zamanı eğip büker ve sonsuz bir kıvrımlar dizisi yaratır. Biz, kendimiz de bir kıvrım olarak, bu kırımlar içinde devinir, bunlara göre hareket eder, adapte olur, tepki verir ve yeniden üretiriz; yahut bunları bozmaya, yıkmaya, değiştirmeye, yerine yeni bir gerçeklik kurmaya çalışırız.
Gerçekliğin içinde hareket ettikçe, yükselen veya derine inen kıvrımlarla karşılaşırız. Kıvrımların arasından, üzerinden, altından, içinden veya yanından geçeriz; bunlara yönelir ya da maruz kalırız. Zira her verili gerçeklik halihazırda çeşitli nitelik ve biçimlerle, yapı, kod ve kurallarla belirlenmiş olarak zaman ve mekândaki yerini alır. Biz o gerçekliğe yönelirken veya ona eklemlenmeye çalışırken tüm bu şeyleri belirli bir düzen içerisinde kat ederiz. Bu şekilde ilerlerken inişli-çıkışlı, eğilimli, salınımlı, kıvrımlı bir yol oluşur. En ana hatlardan en küçük ayrıntılara kadar uzanan bir kıvrımlar silsilesidir bu. Bu haliyle gerçeklik tümüyle barok bir uzam halini alır.
Sanat eseri biçiminde somutlaşan sanatsal uzam gerçekliğe işlenen bu kıvrımlara yönelik bir müdahale, onları açmaya, düzleştirmeye veya deşifre etmeye yönelik bir girişim olarak kendini gösterir. Sanatçıyı böyle bir girişime iten şey ise onun gerçeklik veya gerçeksilik biçiminde karşısında örülen manzaraya karşı sergilediği içsel tutumdur. Gerçeklik sanatçının bedeninde bir huzursuzluk, hoşnutsuzluk veya tatminsizlik olarak kendini gösterir. Bunlar sanatçıyı provoke eder ve bu provokasyon bir söylem ihtiyacına dönüşür; sanat eseri bu söylemin gerçekleştiği kanal olarak ortaya çıkar.
Kıvrımlara yönelik bu sanatsal girişim yeni bir barok uzam yaratır ve bu uzam sanat eseri olarak somutlaşır. Sanatçının sanat eseri üzerinde yarattığı söylem ve anlam alanları birer kıvrım olarak sanatsal uzama işlenir. Gerçeklikte oluşan kıvrımları açmaya yönelik girişimin yeni bir kıvrımlar dizisi halinde şekillenmesinin nedeni sanatın tanımının bir sonucudur. Sanat verili gerçekliğin yerini alan ve sembolik olarak onun yerinde devinen yaratımlarla gerçekleşir. Gerçeklikle olgular üzerinden ilişki kuran bilimden ve bu ilişkiyi kavramlar üzerinden kuran felsefeden farklı olarak, sanat eseri söylemek istediği şeyi doğrudan doğruya değil, bir temsiliyet alanı üzerinden anlatır. Bilim, felsefe vesaire değil de sanat dememizin nedeni budur diyebiliriz.
Sanat eserinin yarattığı bu temsiliyet bir gösterge halini alır. Gönderge ise gerçeklik veya gerçeksiliktir (bu durum fantastik eserler için de geçerlidir). Sanattaki kıvrım bu temsiliyet sisteminin bir sonucu olarak gerçekleşir. Sanat eseri barok bir uzam olan gerçekliğe/gerçeksiliğe kurgusal bir barok uzam yaratarak tepki verir. Yarattığı kurgusal gerçekliği ve onun üzerinden anlattığı şeyi sanatsal uzamdaki kıvrımlara yükler. Kıvrımlar birer kayıt alanıdır. Her bir kıvrım belli bir söylemi ve anlamı veya söylem ve anlam parçalarını kayıt altına alır; bunlar sanatçının söylemek istediği şey, şeyler veya onlara ait birimlerdir. Ve bu kıvrımlar bileşerek büyük kıvrımı yani sanat eserini oluşturur.
Eserin kurgusallık düzeyi yükseldikçe, dolayım ve parçalanma arttıkça kıvrımlar da giderek artar; daha küçük ve ayrıntılı kıvrımlara doğru yol alır veya kıvrımların çizdiği hatlar giderek yükselir veya derinleşir. Biz sanatsal alanda gezinirken yan yana, iç içe veya üst üste dizilen bu kıvrımlarla yani kayıt alanlarıyla karşılaşırız ve sanatçının her bir kıvrıma yüklediği anlamı, anlamları veya anlam parçalarını yakalamaya çalışırız. Ancak bu çabamız öznel sonuçlar verecektir. Zira sanat eseri karşısında yapabildiğimiz tek şey sanatçıya öykünmektir. Öykünme, çünkü sanatçının anlatmak istediği şeyi kavramaya çalışmak sanatçının kendisi gibi davranmak demektir. “Sanatçı burada şunu anlatıyor” demek, sanatçı gibi konuşmaktır. Onun gibi konuşmaya çalışmak ise ona öykünmektir doğal olarak.
Eseri alımlayan özneler olarak biz bu öykünme durumunun ötesine geçemeyiz. Öykünmeyi aşabilmemiz için, sanatçı gibi davranmaktan çıkıp bizzat sanatçıya dönüşmemiz gerekir; onun bedenine yerleşip oradan konuşmamız gerekir. Ancak bunu hiçbir zaman yapamayacağımız için, nihai olarak şu veya bu ölçüde sübjektif bir alanda kalırız. Bu alanda devinirken, anlama çabamız yeni anlam alanlarına yol açar. Bu durumda, barok bir uzam olan sanatsal alanı kavrama girişimimiz yeni barok uzamlar yaratır. Gerçekliğin sunduğu barok uzam ve ona karşı yaratılan sanatsal barok uzamdan sonra üçüncü bir barok uzam. Zira sanat eserinin üzerinde gezinirken yarattığımız öznel anlam alanları yan yana, iç içe veya üst üste dizilen yeni kıvrımlar oluşturur. Yani eseri kıvrımlı bir biçimde alımlarız ve yarattığımız her bir kıvrım bizim sanat eserine yüklediğimiz şeydir. Kıvrımlar bir kez daha birer kayıt alanı olarak işlev görür. Bunlar esere dair oluşturduğumuz kayıtlardır ve nihayetinde ortaya çıkan şey aynı zamanda bizim sanat eserimizdir. Böylece sanat eseri olduğu şeyi terk eder ve bizde kendine özgü bir biçimde yeniden oluşur. Bu bizim sanat eserini yaşama biçimimizdir.
Picasso, Tarkovski, Blanchot, Borges, Kafka ve benzeri sanatçıların eserleri gerçekliğin veya gerçeksiliğin sanatsal uzamda parçalara ayrılmış ve kodlanmış yani kıvrımlanmış halleridir. Biz kurgusallık itibariyle dolayımlanan söylem alanlarını (kıvrımları) çözümledikçe gerçekliklik veya gerçeksiliğe doğru yol alırız. Bu süreç ilerledikçe parçalardan bütüne doğru bir yer değişimi gerçekleşir. Anlam alanlarında ilerledikçe sanatsal uzamdan ayrılıp gerçeklik uzamına yönelmemiz biçiminde bir yer değişimidir bu. Bu açıdan bakıldığında, sanat eserinin nihai yönelimi bizi kendisinden dışarıya atarak gerçekliğe yerleştirmektir. Kurgusal olan sanat eseri bizi kurgusal olmayan bir düzleme taşımakla son bulur. Guernica'nın kurgusal uzamında yol alırken bir tür metamorfoza yahut süblimleşmeye uğrarız ve süblimleşme yahut metamorfoz tamamlandığı anda sanat eserinden dışarıya sarkar, gerçekliğe düşeriz. Bu düşüş parçalı yahut bütünlüklü bir açımlamaya, bir bilmeye, bir aydınlanmaya yol açar.
Sanatsal uzamın barok niteliğinin bir diğer nedeni ise estetik olgusudur. İmgesel, metaforik, dolayımlı, çarpık veya abartılı, izlenim ve çağrışımlarla yüklü kıvrımlar anlam alanlarında yaptığımız yolculuğu estetize eder (kimi zaman bu tür kıvrımların yegane amacı estetik hazdır). Her bir kıvrımın varlığı ve bunu açımlama çabası estetik bir hazza dönüşür. Kurgusallık ve dolayım arttıkça, kıvrımlar çoğalıp derinleştikçe estetik haz da çeşitlenip derinleşir. Kıvrımlar güç ve yetkinlik kazandıkça estetik duyum da yetkinleşir. Kıvrımları ve dolayımı çözümleme çabamızın biçimi ve düzeyi estetik hazzın düzeyini belirler. Estetik haz sanatsal uzamdaki müdahalelerle doğru orantılı olarak ilerler.
Sanatçının anlattığı şey ile anlatmak istediği şey arasındaki uzaklık, yani kıvrımların çokluğu ve derinliği o eseri daha nitelikli, etkileyici ve kalıcı kılar. Bu uzaklık aynı zamanda anlamsal bir patlamaya yol açarak çok anlamlılığı yaratır. Bir araya gelmesi zor ve hatta düşünülemez imgeleri veya sözcükleri bir araya getirmedeki yetkinlik düzeyi, eserin anlatımdaki yetkinliğini belirler. Var olan şeyi en olmadık yollarla anlatmak, sözgelimi ölüm olgusunu ölüm ile hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünen imgeler yoluyla anlatmak o olguya dair söylenen şeyi alabildiğine güçlendirebilir. Eser ile anlatmak istediği şey arasındaki uzaklığı kat etmeye çalışırken gösterdiğimiz çabanın yoğunluğu kavrayışımızı ve duyduğumuz estetik hazzı etkiler, belirler. Algı ve hazzın düzeyi kat ettiğimiz mesafeyle doğru orantılıdır diyebiliriz. Figüratif sanattan soyut sanata geçiş çok katmanlı yüksek anlatıları, sınırsız çağrışım ve anlam alanlarını olanaklı kılarak böyle bir sonuç yaratmıştır.
Sanat eserinin yarattığı dolayım, kıvrımlar ve bunların düzeyi bir yetkinlik arayışına işaret eder. Anlatmak istediği şeyi en iyi ve en etkili biçimde anlatmak içindir sanatçını her hamlesi. Bir şeyi en kötü şekilde anlatma çabası dahi bir yetkinlik arayışıdır. Bunun da ötesinde, hiçbir şey anlatmama arzusu dahi “bir şey anlatma” biçiminde gerçekleşir: Hiçbir şeyi anlatmamayı anlatmak. Bir tuvale rastlantısal olarak sürülen renkler bir şey anlatmayı amaçlamasa bile, sanatçının bu eylemi gerçekleştirme niyetini anlatır, onu temsil eder. Dolayısıyla, hangi açıdan bakarsak bakalım, daima bir yetkinlik arayışı söz konusudur (bu yetkinliğin gerçekleşme düzeyinden bağımsız olarak).
En yetkin sanat eseri “orada olmayan” eserdir. O bir temsiliyet alanı olmaktan çıkar ve bizzat temsil ettiği şeye dönüşür. Bir başka ifadeyle, bir gösterge olmaktan çıkar ve doğrudan doğruya göndergenin kendisi haline gelir, onun yerini alır. Böyle bir eser, bakan göz ile onun görmesi gereken ya da görmesi arzulanan şeyin arasından çekilir ve bakan gözü doğrudan doğruya o şeyle karşı karşıya bırakır. Bu süreç, eserin yarattığı güçlü bir kavrayış, berrak bir ifşâ biçiminde gerçekleşir. Bu anda eser silinir ve yerini anlatmak istediği şeye bırakır. Eserin ortadan kalktığı, sanatın “tamamlandığı” andır bu. Bu bakımdan, en üst düzey yetkinlik arayışı sanat eserini yok etmeye, onu havaya uçurmaya yönelik bir girişim halini alır. Sanatsal uzamın barok niteliği, ondaki parçalı, kıvrımlı, esnek ve katmanlı yapı, sonsuz bir reaksiyonlar dizisi içinde daima kaynayan, köpüren, fokurdayan, karıncalanan bu tekinsiz ortam böyle bir infilakın zeminini hazırlar. Ve bakan gözün eserle karşılaşmasıyla birlikte fitilin ucu ateşlenir.
Bu ateşleme anının ardından infilakın gerçekleşmesi eserin yetkinliğine ve bakan gözün donanımına bağlıdır. Ancak, her alımlayıcı şu veya bu ölçüde öznel bir alanda kalacağından, sanat eseri her seferinde öznel biçimlerde infilak eder ve ortalığa öznel içerikler saçılır. Patlama anı ve patlamayla birlikte açığa çıkan şey bakan gözün sanatı ve gerçekliği yaşama biçimidir. Bu süreçte, barok sanatsal uzam bakan gözde yarattığı derin, sarsıcı ve yıkıcı etkilerle bir sıçrama yaratarak tümüyle gotik bir uzama dönüşebilir kimi kez. O zaman, eserin infilakı bakan göze sıçrar ve bakan göz büyük sarsıntılar ve savrulmalar eşliğinde dengesizleşir, üzerine yerleştiği zemin kayar. Bir tür süblimleşmeyle açığa çıkan bu gotik uzamın derinleşmesiyle birlikte, sanat eseri bakan gözde güçlü ve geri dönülmez infilaklara yol açar kimi zaman. Bu andan itibaren, bakan göz adeta sanatla lanetlenmiş bir hâl alır ve nihayet, tıpkı eserin infilakla yok oluşunda olduğu gibi, öznel bir yok oluşa sürüklenir. Bu yok oluş yeni bir oluşa dönüşebileceği gibi, geri dönüşsüz de olabilir. Sanat her halükârda bir yaratım ve yıkımdır.

(Bu yazıda, farklı bir bağlamda olmakla birlikte, Deleuze'ün kimi kavramları esin kaynağı olmuştur.)


5 Şubat 2017 Pazar

EDEBİYATIN N'Sİ

























Edebiyat nedir? Bir klişe: Edebiyatçı sayısı kadar edebiyat tanımı vardır. Edebiyatçının durduğu ve baktığı yer onun gözünde edebiyata anlamını verir.
Sayısız tanımlar içinde bir tanım olarak, edebiyat bir fikir ve üslup arayışıdır diyebiliriz. “Ne anlatmalı” ve “nasıl anlatmalı” soruları etrafında gerçekleşir. Bu sorular edebi bir kaygının ürünü olabileceği gibi, edebiyatçının motivasyonunun ürünü de olabilir. Her edebiyat metni fikir ve üslup içerir. Bir metnin başka koşullarda oluşma imkanı yoktur. Fikir ve üslup arayışı ayrı ayrı veya bir arada bulunabilir. Birinci durumda, metin verili bir üslup üzerinden doğrudan doğruya “ne anlatmalı” sorusuna odaklanır. İkinci durumda ise “ne anlatmalı” sorusuna “bu şeyi nasıl anlatmalı” sorusu eklenir. Yazılı metne dışarıdan baktığımızda, üslubun kendisi de fikir arayışının ürünüdür kuşkusuz; “nasıl anlatmalı” sorusunun doğurduğu fikirsel bir buluştur. Fakat bu durum metnin kendi gerçekliğinin dışında kaldığından (paratextuel), metnin gerçekleşme süreci bağlamında fikir arayışı ve üslup arayışı şeklinde bir ayırım yapmamız gerekir. Elbette ki, yazar kullandığı veya keşfettiği üslubu bizzat metnin içinde anlatabilir (metatextuel), ancak bu da artık metne dahil olduğundan fikir-üslup ayırımı varlığını korur.
Fikir arayışı bir metinde anlatılan tüm şeylere dairdir: Ana tema, olaylar, kişiler, mekan, zaman gibi oluşturucu unsurlar (bunlardan bazıları veya hepsi). Üslup ise tüm bunların ve dolayısıyla metnin içine girdiği kalıptır, gerçekleşme biçimidir. Sözgelimi, yürüyen bir karakteri anlatan bir romanda, karakterin kişisel özellikleri, yürüdüğü mekân, çevresindeki nesneler, yürürken yaptığı şeyler fikirsel boyutu oluştururken, bunların metinde hayata geçirilme biçiminin gerçekçi, gerçeküstü, yalın, karmaşık, doğrusal, çok katmanlı, alegorik, metaforik vesaire olması üslubu oluşturur. Metni meydana getiren unsurlardan herhangi birinin varlığı ve nitelikleri fikirden kaynaklanabileceği gibi, üslubun da sonucu olabilir.
Sanatsal bir etkinlik olarak edebiyat yoluyla bir şey anlatma ihtiyacı veya isteğiyle hareket ettiğimiz anda üslup denilen şey kaçınılmaz olarak oluşur. Yazar bir üslup yaratmak zorunda kalmadan, içinde doğduğu edebiyat dünyasında şu veya bu üslubu hazır olarak bulur. Zira anlatmak istediği şeyi şu veya bu biçim üzerinden anlatmak durumundadır; bu her şeyden önce mantıksal bir zorunluluktur. Bu durumda, genel olarak yazarı harekete geçiren ilk şey fikirlerdir diyebiliriz. Ayrıca yazar, kendisindeki motivasyonun niteliğine göre, hiçbir zaman yeni üslup arayışına girmeden yalnızca anlatma ihtiyacına odaklanabilir. Bu durumda fikirler arayışın yegâne nesnesidir ve üslup, anlatımın üzerine yerleştiği verili bir zemin olarak belirir.
“Nasıl anlatmalı” sorusuyla birlikte üslup arayışı kendini gösterir, demiştik. Bu aynı zamanda bir estetik sorunudur. Bu arayışın nedeni yazarın kendini daha iyi veya daha etkili ifade etme ya da kalıcı olma arzusudur. Kimi zaman, içeriğe dair fikirsel buluşlar yeni anlatım biçimlerini dayatabilir; yazar “bu meseleyi ancak şu şekilde anlatabilirim, başka türlü olmaz” der ve böylece üslup arayışı işlenen fikrin zaruri bir sonucu olur; fikirsel buluş yeni bir estetik yaratır. Kimi zaman da üslup arayışı içeriğe dair yeni fikirler dayatır; üsluba uygun fikirler; sözgelimi absürt bir anlatım biçimi absürt fikirler yaratır ya da büyülü-gerçekçi anlatım kendisine uygun olaylar, nesneler, karakterler doğurur.
Fikir ve üslup arayışları farklı koşullarda farklı anlamlar taşır kuşkusuz. Üslubun kendini bir kanon olarak dayattığı bir edebiyat sonuç itibariyle neredeyse bütünüyle bir fikir edebiyatıdır, yani “ne anlatmalı” sorusu etrafında şekillenir (sözgelimi klasik dönem). Böyle bir ortamda edebiyatçı üslubu hazır bulur ve içeriğe odaklanır. Yeni bir üslup arayışından söz edilemez, zira edebiyatçının kanonun dışına çıkması beklenmez veya bu yöndeki arayışlar kabul görmez. Eski ile yeni arasındaki tartışmaların nedeni de burada yatar. Bu durumda, edebiyat kurallı ve kontrollü bir süreç içerisinde kendini gerçekleştirir.
Üslup arayışı verili bir edebi akım içerisinde olabileceği gibi, yeni bir akım olarak da gerçekleşebilir. Hakim bir edebiyat anlayışının belirleyici olduğu durumlarda, eğer bir üslup arayışı varsa mikro düzeyde kalır ve çeşitli değişkeler şeklinde kendini gösterir. Bu arayışlar birleşerek makro düzeye ulaştığındaysa, yeni bir akım doğururlar. Bununla birlikte, ani ve bütünsel dönüşümler de mümkündür. Yazar yepyeni bir üslup yaratmak üzere yola çıkabilir. Üslup arayışı daha iyi ifade etme aracı olmanın ötesine geçerek doğrudan doğruya bir amaç haline gelebilir. Böylece, anlatılmak istenen şey çoğunlukla ikinci planda kalır ve üslup birincil hâle gelir.
Ancak, yeni bir akım yaratan “nasıl anlatmalı” şeklindeki arayışlar kristalleşip genelleşmeye ve ardından yerleşik bir nitelik kazanmaya başladığında, üslup bir kez daha verili hâle gelir. Bir kez daha, yazarın nasıl anlatacağı temel itibariyle belli olduğundan, fikir arayışları yeniden ön plana çıkar. Sözgelimi, zaman içinde yeni bir anlatım biçimi olarak ortaya çıkan sürrealist/fantastik eserlerde belli bir evreden sonra genellikle benzer bir üslubun kullanılması, fikirsel buluşların yeniden odak noktasına yerleştiğini gösterir.
Edebiyat tarihi açısından bakarsak, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyıl boyunca üslup arayışları doruk noktasına ulaşır ve yepyeni anlatım biçimleri keşfedilir. Gerçeküstücülük, dadaizm, absürdizm ve benzeri akımlar bu arayışların en çarpıcı şekilde kendini gösterdiği alanlardır. Nouveau Roman kurgu ve anlatım teknikleriyle bambaşka bir edebiyat anlayışı yaratır. Sanatsal bir etkinlik olarak edebiyatta kurallar bütünüyle ortadan kalkarken, kuralsızlık temel bir tutum haline gelir ve her yeni edebi girişim yeni bir üslup olarak kendini gösterir. Asıl önemlisi, yirminci yüzyıl boyunca fikir ve üslup arayışlarının çoğunlukla bir arada var olmasıdır. Bu ikisi neredeyse kesintisiz bir biçimde devam eder; birleşerek yol alır, birbirini doğurur, şekillendirir. Postmodern dönemde üslup arayışı edebi metinlerin adetâ varlık nedeni haline gelir. Deneysel edebiyat girişimleri bunun en somut örneğidir: Yazar nasıl anlatmalıyım diyerek yola çıkar ve birçok durumda onun yazmasının tek nedeni budur. Özellikle Batı edebiyatı söz konusu olduğunda, üslup arayışlarının ve kimi zaman üslup savaşlarının edebiyatın temel devindirici güçlerinden olduğu görülür. Bugün geldiğimiz noktada ise, yeni üslup arayışları edebiyat dünyasında kendini gerçekleştirmenin ve öne çıkmanın temel koşulu olmuştur diyebiliriz.
Edebiyatın tarihsel olarak sergilediği gelişimi bir farklılaşma süreci olarak değerlendirdiğimizde, edebiyat tarihi fikir ve üslup arayışlarının toplamıdır diyebiliriz. İç içe geçen ya da tümüyle bağımsız duran edebi girişimler silsilesi. Bu arayışlar ve girişimler edebiyatın evrimsel boyutunu oluşturmuştur. Ne anlatmalı ve nasıl anlatmalı soruları varlığını sürdürdüğü sürece bu evrim devam edecektir.


Burada söylediklerimizi diğer sanatlar için de söyleyebiliriz kuşkusuz. Resim, heykel, sinema ve tiyatro sanatının tarihi bir arayışlar ve buluşlar tarihidir.   

23 Ocak 2017 Pazartesi