Gözler ışık yordamıyla oluşmuş mekanizmalardır. Kadim Mısır uygarlığından bu yana bilinen bir gerçektir bu. Her türlü sıfatlardan yoksun canlılar için ışık gözden önce gelir; fakat insan söz konusu olduğunda, görme eyleminin niteliği bakımından, ışığın varlığı gözlerin oluşumunu takip eder. İnsanı insan yapan özsel şey onun içinde ışıktan önce gerçekleşir; ancak bu öz yalnızca ışık sayesinde gün yüzüne çıkar.
Varlığın dışa açılımı olarak ışık ve görme eylemi resim sanatında
kendini en açık biçimiyle ortaya koyar. Klasik resim sanatı bütünüyle bir ışık
oyunudur denilebilir. Perspektifin kanonik niteliğinden dolayı, bu resim
anlayışında ışık vizyonun ve öze yönelik algılamanın neredeyse tek aracı
konumundadır. Perspektifin terk edildiği ve soyut olanın öne çıkarılıp
yüceltildiği XX. Yüzyıl resim sanatında ise, eserlerdeki vizyonu gerçekleştiren
maddi ışık insan zihnindeki ışıkla birleşir ve bunun sonucunda iki boyutlu bir
algılama ortaya çıkar. Maddi ışık kodlanmış parçalara ayrılırken, zihindeki
ışık bu kodların çözüldüğü alan haline gelir.
1941 yılında, eski bir sanat öğrencisi olan Adolf Hitler, kuzey Avrupa’ya yaptığı gizli bir gezi sırasında, bir yandan Rusya’ya yapacağı saldırının planları üzerinde çalışırken, bir yandan da bir tuval üzerinde uygulanan renkler arasındaki farklılığın görme düzeyi ve niteliği üzerinde ne derece etkili olduğu yönünde araştırmalar yapıyordu. Bulduğu sonuç şöyle bir yargıya dayanıyordu: Renk farklılıkları önemli bir faktör olmakla birlikte, renk alanlarının niceliksel özellikleri algılama ve tepki oluşturma süreçlerinde birincil bir faktördür. 1943 yılında Nazi orduları gerilemeye başladığında, Hitler ulaştığı bu yargının ne denli doğru olduğuna acı bir deneyimle tanık olmuştur. Onu böylesine bir yıkıma götüren en önemli hatalardan biri, resim sanatıyla ilgili olarak fark ettiği bu gerçeği savaş alanlarına uygulamakta yetersiz olması ve çoğu zaman tereddüt içinde kalmasıydı.
17. yüzyılın başlarında Floransa’da İspanyol kökenli bir edebiyatçı
yaşamıştır. Publius Ovidius ismiyle anılan ve yaşadığı dönemde olduğu
gibi bugün de pek bilinmeyen bu edebiyatçının gerçekte kim olduğu konusunda
büyük bir belirsizlik söz konusudur. Onu bizim için önemli kılan şey ise
edebiyat ile ışık ve görme eylemi arasında kurduğu ilişkidir. Ovidius yazma
eylemini ışıkla kurulan bir ilişki olarak tanımlamıştır. Edebiyat, ışık
aracılığıyla mürekkep ve kağıt biçiminde somutlaşan dış dünyanın yazı formunda
ikinci kez somutlaşmasından ibarettir. Bu somutlaşma dünyaya yeni bir biçim
kazandırır ve bu yeni biçim edebiyat ve sanat denilen, çağrışımlara ve
dolayımlanmış göndergelere dayanan bir açımlama yöntemi olarak ortaya çıkar.
Bunun sonucunda edebiyatçı, ışığın açılımları olan sonsuz varyasyonlar
üzerinden dış dünyayı kavrar ve bir başka ışık oyunu olan yazı biçiminde kağıda aktarır.
Ovidius’un yazdığı metinler bu edebiyat anlayışı için birer uygulama
alanıdır diyebiliriz. Günümüze ulaşan sınırlı sayıdaki yazıları arasında, “Adium” adını taşıyan metinde bunu açıkça
görürüz:
Julius başını kaldırıp etrafına bakındı, denizin ortasında bir kaya üzerinde oturuyordu. Uzaklarda gökyüzüne yansıyan insan suretleri gördü. Her şeyden habersiz, sevinç ve kedere gark olmuş suretler. Julius başını eğdi, eliyle denize dokundu ve gördüklerini yazdı suya. Tanrı ona ışık bahşetmişti…
Julius başını kaldırıp etrafına bakındı, denizin ortasında bir kaya üzerinde oturuyordu. Uzaklarda gökyüzüne yansıyan insan suretleri gördü. Her şeyden habersiz, sevinç ve kedere gark olmuş suretler. Julius başını eğdi, eliyle denize dokundu ve gördüklerini yazdı suya. Tanrı ona ışık bahşetmişti…
Ovidius’un diğer metinlerinde aynı anlayışın farklı alanlara
uygulandığını görürüz. Dahası, anlattığı şeyler gibi yazdığı metinler de ışık
ve vizyonla varolmuştur. Bu türden bir yaratımın izlerine Ovidius’tan önce de
rastlamak mümkündür. Antik Yunan metinlerinde benzer bir yaklaşımı yansıtan
dizelerle karşılaşırız. Çok sonraları Dante’de de bu durum çarpıcı bir örnekle
ortaya çıkar. “Tanrı ışığıyla dokunmuştu
insanlara ve ozanlar onlara bakıp ağıtlar yaktılar.” Ancak burada
düşünülmüş bir yaratımdan ziyade, Ovidius’un edebiyata dair teorik yaklaşımıyla
örtüşen bir durum söz konusudur denilebilir. Ovidius varolan ama bilinmeyen bir
şeyin teorisini oluşturmuştur.
Lord Byron’un henüz çocuk denebilecek bir yaşta yaşadığı bir deneyim
onun neden edebiyata ve şiire yöneldiğine dair ipuçları taşır. Güneşli bir
günde yeşilliklere uzanıp gökyüzünü seyre dalar genç Byron; bir müddet sonra
güneşin keskin ışıkları altında hiçbir şey göremez hale gelir. Ovidius’un aksine
Byron için ışık varoluşu aydınlatan bir güç değil, tam tersine varlığı karartan
bir göz bağı haline gelmiştir. Byron’un kimi şiirlerinde karşımıza çıkan bu
tema böyle bir keşfe dayanır. Karmaşanın, sahteliklerin ve yapay ilişkilerin
hakim olmaya başladığı bir dünyada, bütün bunların kaynağı ve nedeni olan
insanlık denen olgu bireyin üzerine bir ağırlık gibi çöker; onun dışarıya
açılan yanlarını kırıma uğratır, niteliksizleştirir, soysuzlaştırır. “Gündüz vakti nasıl da kararıyor ortalık,
insanlar her yerde.” İnsanlara dokunan ışık onları görülür kılar; ama
insanların kalabalıklaşmasıyla birlikte yaşadıkları dünya kararmaya
başlar.
Edebiyat tarihinde, ister bilinçli ister kendiliğinden olsun, ışık,
ışıktan yoksun oluş ya da ışığın görünümleri üzerinden farklı boyutlarda
tezahür eden gerçekleşimlere dair pek çok örnek bulmak mümkündür. 19. yüzyılın
büyük edebi şahsiyeti Victor Hugo’nun yaptığı ve onun pek az bilinen bir yönünü
ortaya koyan çizimlerde bu durumun bir başka versiyonuna tanık oluruz. Hugo görmeyle
ilgili bir rahatsızlıktan muzdariptir; renk ve şekillerin algılanmasıyla ilgili
bir rahatsızlık. Ama yaşadığı bu sağlık sorununa rağmen tedavi olmaya veya
gözlük taşımaya yanaşmaz. Ona göre, görme yetisindeki bu rahatsızlık aslında
yazdığı metinlere ve yaptığı çizimlere özgün niteliklerini veren avantajlı bir
durumdur. Varolan şeylerle onların algılanması sürecinde yaşanan bir bozukluğun
neden olduğu öznel görünüm arasındaki farklılığın yarattığı bir özgünlük söz
konusudur. Hugo’nun çizimlerinde hakim olan koyu renkler ve belirsiz formlar
bunun bir sonucudur ve çizimlerindeki bu özellikler yazdığı eserlerde de benzer
bir etki oluşturur.
Son olarak, Avusturyalı ünlü felsefeci Wittgenstein’ın bu konuyla
ilgili olarak, Kesinlik Üzerine adlı
eseri için Edebi Mantık ve Vizyon İlişkisi
alt başlığıyla kaleme aldığı bir yazıya değinmek faydalı olacaktır.
Wittgenstein son derece ilginç bir varsayımdan yola çıkarak edebiyat tarihini
bir bakıma yeniden tasarlamaya çalışır. Işık, görme ve edebiyat arasındaki ilişkiyi
farklı bir bağlamda kurgular ve bunu edebiyata damgasını vurmuş ünlü yazarların
çalışmalarına uygular. Burada şu soruya cevap bulmayı hedefler: Farklı bir ışık
yoğunluğunun olduğu bir dünyada, insandaki görme eylemi farklı bir şekilde
gerçekleştiğinde, bu durum bugün okuduğumuz edebi eserlerin oluşumunu nasıl
etkilerdi?
Wittgenstein’ın vardığı ilk sonuç, edebi eserlerde miktar, hacim ve
tematik içerik açısından belli bir azalma olacağı şeklindedir. Buna paralel
olarak, aynı türden konuların daha fazla yazar tarafından ve daha farklı
biçimlerde ele alınacağını öngörmektedir. Ancak, beklenenin aksine, eserlerdeki
ayrıntılarda azalma veya basitleşme olmayacak, tam tersine, oluşan vizyonun
niteliği itibariyle, çağrışım ve illüzyonlar yoğunlaşacak ve bunun sonucunda,
kesinlik duygusundaki farklılaşma nedeniyle ayrıntılar alabildiğine
çoğalacaktır. Her halükarda, alışık olduğumuzdan çok farklı bir edebiyat
yaratımıyla karşı karşıya olacağımız söylenebilir rahatlıkla.
Edebiyat ve sanat üzerine pek çok şey söylenebilir. Ve söylenen her
şey biraz da ışıkla ilgilidir aslında. İnsan sadece görmek için değil, anlatmak
için de ışığı kullanır.
(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)
(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)