Var olanı var olmayan yollarla anlatmak: Sanat. Bu dolayımın, yani
kurgusallığın nedeni gerçeklikte yaratılan kırılmaları,
boşlukları, fark edilmeyeni, gizleme alanlarını yahut
çarpıtmaları açığa vurmaktır. Sanat eseri bunlara karşı yeni
bir kırılma ve çarpıtma halinde ortaya çıkar. İkilenen bu
kırılma/çarpıtma bir tür antiteze dönüşür; hedef, başlangıç
anına ulaşmak, boşlukları doldurmak, çarpıtmaları düzeltmek
veya gizleme alanlarını deşifre etmektir. Bu başlangıç anı
aynı zamanda sanatın var olmadığı andır.
Halihazırda gerçeklik (veya gerçeksilik) sayısız kıvrımlardan
oluşur. Her bir kıvrım gerçekliğe ait bir verinin barındığı
alandır. Gerçeklik düz değildir; düz olan şey yalnızca tekil
sonsuz-küçüklüktür. Bu da tanımı itibariyle kavranamaz bir
şeydir. Tekillikler yalnızca çarpışma ve birleşmelerle algı
alanına düşer. Gerçeklik yalnızca bunların aracılığıyla
kavranır. Bu çarpışma ve birleşmeler, sürüklenmeler harekete,
yani zamana işaret eder.
Zaman harekete geçen mekândır. Zamandan bağımsız mekân bir
tekrar iken, zamanın dahil olduğu mekân farka dönüşür.
Bir başka ifadeyle, varlık tekrardır, varoluş ise farktır. Bu
bağlamda, zaman aracılığıyla harekete geçen mekân daima
kıvrımlar yaratır. Kıpırtısız düz bir çarşaf düşünelim:
çarşafın üzerinde zaman durmuştur. Bir insan çarşafın üzerine
uzanır ve hareket eder, yani zamanı başlatır. Zamanın
başlamasıyla birlikte, düz ve kıpırtısız çarşaf bozulmaya,
eğilip bükülmeye, kıvrılmaya başlar. Zamanın mekânda
yarattığı her müdahale bir veri olarak çarşafa işlenir.
Gerçeklik bütünüyle bu türden zaman-mekân oyunlarıyla
örülüdür. Nesneler, eylemler, görünümler, imgeler, sözler
birbirine eklemlenerek mekânı yani zamanı eğip büker ve sonsuz
bir kıvrımlar dizisi yaratır. Biz, kendimiz de bir kıvrım
olarak, bu kırımlar içinde devinir, bunlara göre hareket eder,
adapte olur, tepki verir ve yeniden üretiriz; yahut bunları
bozmaya, yıkmaya, değiştirmeye, yerine yeni bir gerçeklik kurmaya
çalışırız.
Gerçekliğin içinde hareket ettikçe, yükselen veya derine inen
kıvrımlarla karşılaşırız. Kıvrımların arasından,
üzerinden, altından, içinden veya yanından geçeriz; bunlara
yönelir ya da maruz kalırız. Zira her verili gerçeklik
halihazırda çeşitli nitelik ve biçimlerle, yapı, kod ve
kurallarla belirlenmiş olarak zaman ve mekândaki yerini alır. Biz
o gerçekliğe yönelirken veya ona eklemlenmeye çalışırken tüm
bu şeyleri belirli bir düzen içerisinde kat ederiz. Bu şekilde
ilerlerken inişli-çıkışlı, eğilimli, salınımlı, kıvrımlı
bir yol oluşur. En ana hatlardan en küçük ayrıntılara kadar
uzanan bir kıvrımlar silsilesidir bu. Bu haliyle gerçeklik tümüyle
barok bir uzam halini alır.
Sanat eseri biçiminde somutlaşan sanatsal uzam gerçekliğe işlenen
bu kıvrımlara yönelik bir müdahale, onları açmaya,
düzleştirmeye veya deşifre etmeye yönelik bir girişim olarak
kendini gösterir. Sanatçıyı böyle bir girişime iten şey ise
onun gerçeklik veya gerçeksilik biçiminde karşısında örülen
manzaraya karşı sergilediği içsel tutumdur. Gerçeklik sanatçının
bedeninde bir huzursuzluk, hoşnutsuzluk veya tatminsizlik olarak
kendini gösterir. Bunlar sanatçıyı provoke eder ve bu provokasyon
bir söylem ihtiyacına dönüşür; sanat eseri bu söylemin
gerçekleştiği kanal olarak ortaya çıkar.
Kıvrımlara yönelik bu sanatsal girişim yeni bir barok uzam
yaratır ve bu uzam sanat eseri olarak somutlaşır. Sanatçının
sanat eseri üzerinde yarattığı söylem ve anlam alanları birer
kıvrım olarak sanatsal uzama işlenir. Gerçeklikte oluşan
kıvrımları açmaya yönelik girişimin yeni bir kıvrımlar dizisi
halinde şekillenmesinin nedeni sanatın tanımının bir sonucudur.
Sanat verili gerçekliğin yerini alan ve sembolik olarak onun
yerinde devinen yaratımlarla gerçekleşir. Gerçeklikle olgular
üzerinden ilişki kuran bilimden ve bu ilişkiyi kavramlar üzerinden
kuran felsefeden farklı olarak, sanat eseri söylemek istediği şeyi
doğrudan doğruya değil, bir temsiliyet alanı üzerinden anlatır.
Bilim, felsefe vesaire değil de sanat dememizin nedeni budur
diyebiliriz.
Sanat eserinin yarattığı bu temsiliyet bir gösterge halini alır.
Gönderge ise gerçeklik veya gerçeksiliktir (bu durum fantastik
eserler için de geçerlidir). Sanattaki kıvrım bu temsiliyet
sisteminin bir sonucu olarak gerçekleşir. Sanat eseri barok bir
uzam olan gerçekliğe/gerçeksiliğe kurgusal bir barok uzam
yaratarak tepki verir. Yarattığı kurgusal gerçekliği ve onun
üzerinden anlattığı şeyi sanatsal uzamdaki kıvrımlara yükler.
Kıvrımlar birer kayıt alanıdır. Her bir kıvrım belli bir
söylemi ve anlamı veya söylem ve anlam parçalarını kayıt
altına alır; bunlar sanatçının söylemek istediği şey, şeyler
veya onlara ait birimlerdir. Ve bu kıvrımlar bileşerek büyük
kıvrımı yani sanat eserini oluşturur.
Eserin kurgusallık düzeyi yükseldikçe, dolayım ve parçalanma
arttıkça kıvrımlar da giderek artar; daha küçük ve ayrıntılı
kıvrımlara doğru yol alır veya kıvrımların çizdiği hatlar
giderek yükselir veya derinleşir. Biz sanatsal alanda gezinirken
yan yana, iç içe veya üst üste dizilen bu kıvrımlarla yani
kayıt alanlarıyla karşılaşırız ve sanatçının her bir
kıvrıma yüklediği anlamı, anlamları veya anlam parçalarını
yakalamaya çalışırız. Ancak bu çabamız öznel sonuçlar
verecektir. Zira sanat eseri karşısında yapabildiğimiz tek şey
sanatçıya öykünmektir. Öykünme, çünkü sanatçının anlatmak
istediği şeyi kavramaya çalışmak sanatçının kendisi gibi
davranmak demektir. “Sanatçı burada şunu anlatıyor” demek,
sanatçı gibi konuşmaktır. Onun gibi konuşmaya çalışmak ise
ona öykünmektir doğal olarak.
Eseri alımlayan özneler olarak biz bu öykünme durumunun ötesine
geçemeyiz. Öykünmeyi aşabilmemiz için, sanatçı gibi
davranmaktan çıkıp bizzat sanatçıya dönüşmemiz gerekir; onun
bedenine yerleşip oradan konuşmamız gerekir. Ancak bunu hiçbir
zaman yapamayacağımız için, nihai olarak şu veya bu ölçüde
sübjektif bir alanda kalırız. Bu alanda devinirken, anlama çabamız
yeni anlam alanlarına yol açar. Bu durumda, barok bir uzam olan
sanatsal alanı kavrama girişimimiz yeni barok uzamlar yaratır.
Gerçekliğin sunduğu barok uzam ve ona karşı yaratılan sanatsal
barok uzamdan sonra üçüncü bir barok uzam. Zira sanat eserinin
üzerinde gezinirken yarattığımız öznel anlam alanları yan
yana, iç içe veya üst üste dizilen yeni kıvrımlar oluşturur.
Yani eseri kıvrımlı bir biçimde alımlarız ve yarattığımız
her bir kıvrım bizim sanat eserine yüklediğimiz şeydir.
Kıvrımlar bir kez daha birer kayıt alanı olarak işlev görür.
Bunlar esere dair oluşturduğumuz kayıtlardır ve nihayetinde
ortaya çıkan şey aynı zamanda bizim sanat eserimizdir.
Böylece sanat eseri olduğu şeyi terk eder ve bizde kendine özgü
bir biçimde yeniden oluşur. Bu bizim sanat eserini yaşama
biçimimizdir.
Picasso, Tarkovski, Blanchot, Borges, Kafka ve benzeri sanatçıların
eserleri gerçekliğin veya gerçeksiliğin sanatsal uzamda parçalara
ayrılmış ve kodlanmış yani kıvrımlanmış halleridir. Biz
kurgusallık itibariyle dolayımlanan söylem alanlarını
(kıvrımları) çözümledikçe gerçekliklik veya gerçeksiliğe
doğru yol alırız. Bu süreç ilerledikçe parçalardan bütüne
doğru bir yer değişimi gerçekleşir. Anlam alanlarında
ilerledikçe sanatsal uzamdan ayrılıp gerçeklik uzamına
yönelmemiz biçiminde bir yer değişimidir bu. Bu açıdan
bakıldığında, sanat eserinin nihai yönelimi bizi kendisinden
dışarıya atarak gerçekliğe yerleştirmektir. Kurgusal olan sanat
eseri bizi kurgusal olmayan bir düzleme taşımakla son bulur.
Guernica'nın kurgusal uzamında yol alırken bir tür metamorfoza
yahut süblimleşmeye uğrarız ve süblimleşme yahut metamorfoz
tamamlandığı anda sanat eserinden dışarıya sarkar, gerçekliğe
düşeriz. Bu düşüş parçalı yahut bütünlüklü bir
açımlamaya, bir bilmeye, bir aydınlanmaya yol açar.
Sanatsal uzamın barok niteliğinin bir diğer nedeni ise estetik
olgusudur. İmgesel, metaforik, dolayımlı, çarpık veya abartılı,
izlenim ve çağrışımlarla yüklü kıvrımlar anlam alanlarında
yaptığımız yolculuğu estetize eder (kimi zaman bu tür
kıvrımların yegane amacı estetik hazdır). Her bir kıvrımın
varlığı ve bunu açımlama çabası estetik bir hazza dönüşür.
Kurgusallık ve dolayım arttıkça, kıvrımlar çoğalıp
derinleştikçe estetik haz da çeşitlenip derinleşir. Kıvrımlar
güç ve yetkinlik kazandıkça estetik duyum da yetkinleşir.
Kıvrımları ve dolayımı çözümleme çabamızın biçimi ve
düzeyi estetik hazzın düzeyini belirler. Estetik haz sanatsal
uzamdaki müdahalelerle doğru orantılı olarak ilerler.
Sanatçının anlattığı şey ile anlatmak istediği şey
arasındaki uzaklık, yani kıvrımların çokluğu ve derinliği o
eseri daha nitelikli, etkileyici ve kalıcı kılar. Bu uzaklık aynı
zamanda anlamsal bir patlamaya yol açarak çok anlamlılığı
yaratır. Bir araya gelmesi zor ve hatta düşünülemez imgeleri
veya sözcükleri bir araya getirmedeki yetkinlik düzeyi, eserin
anlatımdaki yetkinliğini belirler. Var olan şeyi en olmadık
yollarla anlatmak, sözgelimi ölüm olgusunu ölüm ile hiçbir
ilgisi yokmuş gibi görünen imgeler yoluyla anlatmak o olguya dair
söylenen şeyi alabildiğine güçlendirebilir. Eser ile anlatmak
istediği şey arasındaki uzaklığı kat etmeye çalışırken
gösterdiğimiz çabanın yoğunluğu kavrayışımızı ve
duyduğumuz estetik hazzı etkiler, belirler. Algı ve hazzın düzeyi
kat ettiğimiz mesafeyle doğru orantılıdır diyebiliriz. Figüratif
sanattan soyut sanata geçiş çok katmanlı yüksek anlatıları,
sınırsız çağrışım ve anlam alanlarını olanaklı kılarak
böyle bir sonuç yaratmıştır.
Sanat eserinin yarattığı dolayım, kıvrımlar ve bunların düzeyi
bir yetkinlik arayışına işaret eder. Anlatmak istediği şeyi en
iyi ve en etkili biçimde anlatmak içindir sanatçını her hamlesi.
Bir şeyi en kötü şekilde anlatma çabası dahi bir yetkinlik
arayışıdır. Bunun da ötesinde, hiçbir şey anlatmama arzusu
dahi “bir şey anlatma” biçiminde gerçekleşir: Hiçbir şeyi
anlatmamayı anlatmak. Bir tuvale rastlantısal olarak sürülen
renkler bir şey anlatmayı amaçlamasa bile, sanatçının bu eylemi
gerçekleştirme niyetini anlatır, onu temsil eder. Dolayısıyla,
hangi açıdan bakarsak bakalım, daima bir yetkinlik arayışı söz
konusudur (bu yetkinliğin gerçekleşme düzeyinden bağımsız
olarak).
En yetkin sanat eseri “orada olmayan” eserdir. O bir temsiliyet
alanı olmaktan çıkar ve bizzat temsil ettiği şeye dönüşür.
Bir başka ifadeyle, bir gösterge olmaktan çıkar ve doğrudan
doğruya göndergenin kendisi haline gelir, onun yerini alır. Böyle
bir eser, bakan göz ile onun görmesi gereken ya da görmesi
arzulanan şeyin arasından çekilir ve bakan gözü doğrudan
doğruya o şeyle karşı karşıya bırakır. Bu süreç, eserin
yarattığı güçlü bir kavrayış, berrak bir ifşâ biçiminde
gerçekleşir. Bu anda eser silinir ve yerini anlatmak istediği şeye
bırakır. Eserin ortadan kalktığı, sanatın “tamamlandığı”
andır bu. Bu bakımdan, en üst düzey yetkinlik arayışı sanat
eserini yok etmeye, onu havaya uçurmaya yönelik bir girişim halini
alır. Sanatsal uzamın barok niteliği, ondaki parçalı, kıvrımlı,
esnek ve katmanlı yapı, sonsuz bir reaksiyonlar dizisi içinde
daima kaynayan, köpüren, fokurdayan, karıncalanan bu tekinsiz
ortam böyle bir infilakın zeminini hazırlar. Ve bakan gözün
eserle karşılaşmasıyla birlikte fitilin ucu ateşlenir.
Bu ateşleme anının ardından infilakın gerçekleşmesi eserin
yetkinliğine ve bakan gözün donanımına bağlıdır. Ancak, her
alımlayıcı şu veya bu ölçüde öznel bir alanda kalacağından,
sanat eseri her seferinde öznel biçimlerde infilak eder ve ortalığa
öznel içerikler saçılır. Patlama anı ve patlamayla birlikte
açığa çıkan şey bakan gözün sanatı ve gerçekliği yaşama
biçimidir. Bu süreçte, barok sanatsal uzam bakan gözde yarattığı
derin, sarsıcı ve yıkıcı etkilerle bir sıçrama yaratarak
tümüyle gotik bir uzama dönüşebilir kimi kez. O zaman, eserin
infilakı bakan göze sıçrar ve bakan göz büyük sarsıntılar ve
savrulmalar eşliğinde dengesizleşir, üzerine yerleştiği zemin
kayar. Bir tür süblimleşmeyle açığa çıkan bu gotik uzamın
derinleşmesiyle birlikte, sanat eseri bakan gözde güçlü ve geri
dönülmez infilaklara yol açar kimi zaman. Bu andan itibaren, bakan
göz adeta sanatla lanetlenmiş bir hâl alır ve nihayet, tıpkı
eserin infilakla yok oluşunda olduğu gibi, öznel bir yok oluşa
sürüklenir. Bu yok oluş yeni bir oluşa dönüşebileceği gibi,
geri dönüşsüz de olabilir. Sanat her halükârda bir yaratım ve
yıkımdır.
(Bu yazıda, farklı bir bağlamda olmakla birlikte, Deleuze'ün
kimi kavramları esin kaynağı olmuştur.)