7 Eylül 2008 Pazar

KUZU (Şiir)

Ben seni nasıl biliyorum, biliyorsun,
kocaman bir tekliksin sen bak söylüyorum,
aklıma gelince nasıl oluyorum ellerim bilir,
sevinçlerim çıkıp geliyor bir sürü oluyorlar,
içimde bir elma ikiye bölünüyor kırmızı,
koşuşturup duruyor oksijenlerim çoğalıyor,
bir kadın göğsümde büyüdükçe büyüyor,
kalbim gerilerden geliyor kulaklarıma…

ben seni böyle bilmezdim
ben kendimi hiç bilmezdim…

Şimdi bunları yazıyorum ya ben yazmıyorum,
aklım başıma dikilmiş yaz diyor yazıyorum,
birden ona sen geliyorsun ya hep öyle oluyor,
çiçekler kuşlar diyor havada diyor uçuyor diyor,
ama diyorum fakat diyorum zira diyorum,
kirpiklerime laf dinletemiyorum... 

Özcan Doğan / 2007   

31 Temmuz 2008 Perşembe

TEKLİK - ÇOKLUK ve ZAMAN




Göz ve tin; Bunu insan alanına uygulayabilmek için zorunlu olarak tinden bahsedilir genellikle; tin denilen şeyi ortadan kaldırdığınızda görme olayı da ortadan kalkıyor; yani görme olayı bir önerme öznesi üretimi olamaz ama sübstansiyel olandan tamamen bağımsız olarak tinden bahsedilemez tabii ki, bunu söylemek bile gereksiz, görmenin görme olduğu önermesi bunu söyleme zorunluluğu bir paradoks aslında çünkü o zaman görmenin kendisinden bahsedilmemiş oluyor, gözden yayılan bakma eylemi bir şeyle karşılaşıyor ve o şey görülüyor ama görülüyor demek bu eylemi ifade etmiyor, yani eylemin kendisi değil önermesi oluyor bu ve bir önerme öznesiyle anlatım öznesinin kaçınılmaz olarak birleşmesiyle bilinebiliyor; ama bu ikisi de görme eylemiyle ilgili bir şey değil, görme eylemi karşısındakini yani görüleni pasifleştiriyor gibi, gören tarafından görülüyor karşısı ama görülen şey statik değil statik olabilmesi için teklikler boyutunda olmak gerekir, görme çokluğa yöneltilen bir şey, sonuçta varolmanın dışa-vurulma biçimidir çokluklar, ama çokluklar sınıflandırılırken önemli bir yanlış yapılıyor. yani çokluğun koşulları olarak uzam ve zamanın öne sürülmesi mantıksız, çokluğun veya tekliğin koşulları olarak zaman ve mekandan bahsedilmesi mantıklı görünmüyor. 

 

Tekliklerin ve çoklukların dışında, yani çokluğa çokluk olarak baktığımızda mekandan ve zamandan bahsedemeyiz, her şey bir teklik ve çokluk durumuysa madem, mekan diye bir şey yok, zaman da yok, bunlar çokluğun koşulu olamaz, çünkü koşul dışsallığa işaret eder; oysa zaman ve mekan denilen şey yine çokluklardır; çoklukların dışında çokluğu var eden ya da çokluğun varolduğu ortam değildir; bir tek durumda zamandan ve mekandan bahsedebiliriz, sadece bir çokluğun diğer çokluklar karşısındaki konumu ya da konumlanışı olarak zamandan ve mekandan bahsedebiliriz, bunu söylediğimizde ise ikinci sıradaki çokluğu yani birincinin mekan ve zamansallığını oluşturan çokluğu dışarda bırakmış oluruz, ikincisini çokluklar olarak görmediğimiz andan itibaren belli bir çokluk için varolma koşulu olarak ya da varolduğu ortam olarak zaman ve mekandan bahsedebiliriz. Zaman ve mekan denilen şey yine tekliklerin yan yana bulunmasıyla meydana gelen çokluk durumlarının gözlem nesnesi olan başka bir çokluk için oluşturduğu bütündür; o halde zaman ve mekan aynı zamanda bir çokluklar toplamı oluyor; yani zaman ve mekanı oluşturan şey bizzat çokluklardır; zaman ve mekan çoklukların koşulu değildir; eğer öyle olsaydı, zaman ve mekan çokluklardan bağımsız olarak varolurdu, çokluklardan bağımsız olarak varolan (eğer böyle bir varlıktan bahsedilebilirse) zaman ve mekan ise genel olarak kabul edilen zaman ve mekandan farklı olurdu; bu statik bir zaman ve mekan olurdu; fakat varolmanın koşulu hareket olduğu için, dolayısıyla böyle bir zaman ve mekandan da bahsedilemez; ya da böyle bir boyutu insan zihni algılayamaz; çünkü algılanabilir bir şey değildir; başka bir şeydir, eğer bir şeyse tabii.

 

Sürekli çokluklardan bahsetmemin nedeniyse, algılanabilir olmanın koşulu olarak çokluğun bir teklikler kombinasyonu olmasıdır; elbette ki her şey teklik olarak vardır; sadece tek olan vardır; ama bu kendinde bir varlıktır ve insan bu varlığı algılayamaz. Bu sonsuz-küçüğe denk düşer ve en iyi ihtimalle yanılmıyorsam 10 üzeri eksi 20 ile ifade edilebilir ancak; bunun ötesi de var tabii; dolayısıyla tekli olanın algılanma koşulu çokluk olduğu için çokluklardan bahsediyorum; o halde her şey tekil olarak ama çokluklar halinde varlık alanına düşer; ancak bu koşulla bir gözlem nesnesi olur ya da dış dünya sadece bu şekilde varolabilir; aksi taktirde dış dünya saydamlaşır; belki de atmosferi dolduran hava buna en yakın durumu oluşturur; o yüzden çokluklar teorisinde ciddi sorunlar var bence; en kısa ifadeyle, çoklukların çoluk dışında zaman ve mekan diye koşulu yoktur.  

 

Bizler dünyayı çokluklar olarak algılıyoruz; ama tekli olan başlangıcı oluşturduğu için aslında biz bir şey görmüyoruz ya da algılamıyoruz demek daha doğru olur; gördüğümüz şey aslında varolan şey değildir; aslında varolan şey tekli olan şey olduğu için ve biz bu tekli olanı sadece çokluklar üzerinden algıladığımız için ve dolayısıyla tekli olanın kendisini algılayamadığımız için gerçekte hiçbir şey görmüyoruz; yani gördüğümüz şey gördüğümüz şeyin kendisi değildir; o halde görmüyoruz; tekil olanı çokluklar üzerinden algıladığımız için yani aslında varolmayan bir şey algıladığımız için, görme eyleminde "tin"den bahsedilmesi mantıksızdır; çünkü zaten algılanan şey varolmayan bir biçim üzerinden algılanıyor; ancak varolmayan bir biçim olmakla birlikte algılanan şey belli bir biçim içinde algılanıyor; bu somut bir biçimdir; tekliklerden kompoze bir çokluktur; algılanamayan teklikler bu çokluk üzerinden somut olarak algılanır; çokluk halinde somutlaşan bir şeyin algılanması tinin yapabileceği bir şey olamaz; yani tinin algılaması biçiminde varolamaz; çünkü kendinde olarak varolan ve bir araya gelen tekliklerin oluşturduğu çokluk üzerinden algılanma, bu tekliklerin kendinde varlığının çoklukta birleşmesi sonucu kendinde olarak orada varolur; bu somut bir varoluş olduğu için sadece somut olarak deneyimlenebilir; dolayısıyla somutlaşma olarak çokluklar tin tarafından görülemez.

 

Tinin görebileceği ya da algılayabileceği tek şey çokluk halinde bile gerçekte varolmayan şeylerdir; bir çakıl taşını çokluk olarak bir araya gelen tekliklerin somutlaşması olarak deneyimlerim; algılamak ile anlamlandırmak aynı şeyler değildir; bu çokluğu somut olarak algılarım, duyu organlarımla deneyimlerim; ancak zihnimle anlamlandırabilirim; zihnimde anlamlandırabilmem içinse, o çokluğun somut olarak deneyimlenmesi ve bu deneyimin hafızaya alınması gerekir; hafızaya almak o çokluğu orada olma durumu dışında bir izlenim olarak yeniden üretilebilir halde tutmaktır; insanın gelişmiş bir hafızası olduğu için, bu izlenimle ilgili bütün ayrıntıları yeniden üretebilir; ayrıntılı olarak yeniden ürettiği birden fazla izlenim arasında ilişki kurarak, yani bu izlenimleri çeşitli şekillerde yan yana getirerek ya da üst üste ekleyip yeniden üreterek insan düşünme eylemini gerçekleştirmiş olur; izlenimler ve izlenimlerin izlenimlerini sürekli farklı biçimlerde yeniden ürettiği için insan algıladığı şeyleri zihninde dönüştürür. 

 

O halde burada tin gibi somut çokluktan ayrı başlı başına bir mekanizma değil, çeşitli biçimlerde yeniden üretilen hafıza olguları söz konusudur; insan hafızasında yer alan izlenimleri inanılmaz bir hızla yeniden üreterek ve bunlar arasında ilişki kurarak düşünür; bu izlenimleri kendi gerçek bağlamları dışında bir araya getirerek yeniden ürettiğinde kurgulamaya geçmiş olur ve niceliksel ya da niteliksel çokluklar olan somut bir göndergesi olmayan düşünceler üretmiş olur; ancak insan çoklukları kendi bağlamları dışında farklı bağıntılar içinde ne denli yeniden üretirse üretsin, hiç bir zaman şu veya bu niteliksel ya da niceliksel çoklukla bağıntısı olmayan bir şey kurgulayamaz, yani böyle bir şey düşünemez; bunun aksini söyleyebilmemiz için, insanın olmayan bir şeyi düşünüyor olması gerekir; bu olmayan şeyin sadece dışarıda göndergesi olmayan bütünlüklü bir çokluk tasarımı olması yeterli değildir; aynı zamanda bu tasarımın çokluğun açılımları olan tekliklerle de hiçbir bağıntısının ya da ilişkisinin olmaması gerekir; yani tasarımlanan ya da düşünülen şeyin hiçbir şekilde teklik ya da çokluk düzleminde göndergesinin olmaması gerekir; o halde insan, mutlak anlamda yeni olan hiçbir şey düşünemez; dahası, mutlak olarak yeni olan bu şeyin ne olduğunu bilemeyeceğimiz için, bizim algılama alanımıza düşmeyeceği için, böyle bir şeyin tasarımı paradoksaldır aynı zamanda; çünkü böyle bir şeyin düşünülebilmesi için aynı zamanda düşünülmüyor olması gerekir; çünkü düşünme eyleminin kendisi de mevcut çokluklar dünyasında gerçekleşen bir eylemdir; düşünme eyleminin kendisi şu veya bu şekilde hafıza verilerinin işlenmesiyle mümkün olduğu için ve böyle bir varsayımda söz konusu tasarımı gerçekleştirebilecek herhangi bir hafıza verisine sahip olamayacağı için, insan boş bir hafıza durumunda statik hale gelir.   

 

O halde, tekliklerin deneyimlenebilir yüzü olan çokluklar dünyasında, çoklukları kendi koşulları dışında algılayan bir tür güç olarak tinden bahsetmenin hiçbir dayanağı yoktur; çünkü niteliksel ve niceliksel çokluk kategorilerinin dışavurumları olan izlenimlerden oluşan verileri ortadan kaldırdığınızda, bunları yeniden üreten düşünce de ortadan kalkar; bu durumda, varolduğu öne sürülen tin mutlak bir boşlukta kalır; tanımı itibariyle boşlukta herhangi bir veri olamayacağı için, tinin varlığı hiçbir şekilde olumlanamaz ve böylesi bir varoluştan bahsetmek mantıksal olarak imkansız hale gelir; çoklukların ardında yer alan tekliklerin dışında hiçbir şey yoktur; çokluk ise tekliklerin görünümüdür sadece; ve bu haliyle teklik ve çoklukların ötesinde varolan tek şey yanılsamadır ve bu yanılsama da, çokluklardan elde edilen izlenimlerin çarpıtılarak ve kendi gerçek bağlamları dışında ilişkiye sokularak yeniden üretilmesinden kaynaklanır; dolayısıyla, yanılsamanın kendisi bile kaynağını şu veya bu şekilde, kırılmaya uğramış bir bağıntı üzerinden, tekliklerin somutlaşımı olan çokluklardan alır. O halde, düşünme denilen şey doğrudan doğruya çokluk izlenimlerinden oluşan verilerin gerçekçi veya çarpıtılmış bir biçimde yeniden üretimi olduğu için, kendi kendine işleyen bir tür güç olarak tinden bahsetmek mantıksızdır; dolayısıyla düşünme eylemi, çokluk izlenimlerinin göz tarafından somut olarak algılanmasından ve deneyimlenmesinden, hafızaya alınan bu izlenimlerin yeniden üretilip aralarında ilişki kurulmasından ve bunun zihinde anlamlandırmasından yani buna bir karşılık bulunmasından, buna doğrusal veya çarpıtılmış bir gönderge atanmasından başka bir şey değildir. O halde zihnin yaptığı şey, algılamak, hafızaya almak, ilişki kurmak, anlamlandırmak ve şu veya bu bağlamda yeniden üretmektir.   

 

Bizim için sadece çokluklar vardır, insan sadece tekliklerin görünümleri olan çoklukları algılayabilir; ve tin denilen şey tekliklerin veya çoklukların bir parçası, görünümü ya da dışavurumu değildir; çünkü tin çoklukların dışında yer alan bir şey olarak tasarımlanmaktadır. Aynı şekilde zaman ve mekan da çoklukların dışında ve çoklukların koşulu olarak var değildir; bazı çoklukların diğer çokluklara göre niteliksel ve niceliksel olarak konumlanışıdır zaman ve mekan; belli bir çokluğun içinde konumlandığı çokluklar bütünüdür ve sadece bu konumlanışın tasavvur edilmesiyle var olduğu kabul edilir; yani bir çokluğun, diğer çokluklara göre belli bir noktada, belli bir devinim düzeyinde ve nümerik olarak ifade edilen belli bir devinim anında bulunmasıdır zaman ve mekan. Çoklukların ötesinde teklikler vardır; tekliklerin ötesinde ise herhangi bir şeyin varolduğunu söylemenin hiçbir dayanağı yoktur;  çünkü bir şey sadece iki şekilde varolabilir; ya teklik olarak ya da çokluk olarak varolabilir; bunun ötesinde varlığın tasavvur edilmesi  mantıksızdır; çünkü insan için mantık bu dünyadaki olanaklarla oluşturulmuştur; dolayısıyla, bu dünyadaki teklikler ve çokluklar arasında varolmayan bir şeyin tasavvur edilebilmesi için, bu dünyada varolmayan bir mantığa başvurulması gerekir; böyle bir mantığın nasıl olacağı bilinemeyeceği için, bundan bahsetmek anlamsızdır.   


.

3 Haziran 2008 Salı

BEN FAUST (Öykü)



Yaşamak… Sonsuza dek yaşamak… Bu sonsuzluk için elinden gelen her şeyi yapacak insanlar tanıdım. Daima hatırlanmalarını sağlayacak şaheserler yaratma çabasındadır hepsi. Arkalarında bir iz bırakmadan bu dünyadan çekip gitmek korkunç bir şeydir onlar için. Bir kitabın sayfalarını ören sözcüklerde, bir heykelin bedeninde ya da bir resimde yaşayıp gitmek isterler. Ben de böyle bir tutkunun kurbanıyım ve sonsuza dek yaşamaya mahkum edildim...

Devamı Öykü Teknesi Dergisinde...


12 Mayıs 2008 Pazartesi

SANAT DÜŞÜNCESİ


Dünyaya doğrusal olarak bakanlar ve onların karşısında bu bakışı kırılmaya uğratanlar. İlk durumda nesnel bir bakış söz konusu olduğu halde, ikinci durumda bakış söz konusu değildir bir bakıma. Bakışsızlık üzerinden bir dünya kurulumu vardır. Bekleneni vermeyen bir görüş açısının neden olduğu bir bakışsızlık durumu. Sanat burada başlıyor belki de ve sanat eserini ilk bakışta anlaşılmaz kılan da budur. Sanat temelde bir gerçeklik kaygısıdır. Kendisine gerçeklik olarak sunulan söylemi ya da kişisiz bir görünüm altında gerçeklik olarak görüleni kabullenmediği için bu sunumu geçersiz kılar ve gerçeği yeniden kurmaya başlar. Ulaşmaya çalıştığı şey, henüz herhangi bir müdahalenin olmadığı başlangıç durumudur. Buna ulaşabilmek için, kendisine seçtiği nesne üzerinde gerçekleştirilen her türlü müdahaleyi deşifre edip geçersiz kılar. Gerçeğin üzerinde yaratılan simülasyonu ve onun yerine geçen simülakrı ortaya çıkarıp onu çarpıtarak yeni bir gerçeklik görünümü yaratır. Ancak sanat bunu doğrusal olmayan bir biçimde yapar ve bu yönüyle felsefeden ve bilimden ayrılır. Bu noktada, başlangıç durumuna geri dönmek için, yaratılan simülasyonu yeniden simülasyona uğratarak geçersiz kılar. Yaratılan ikinci simülasyon sanat eserini oluşturur. Simülasyonu aşmak için yeniden simülasyona başvurulmasının nedeni gerçeğin üzerini ikinci kez örtmek değildir. Bunun nedeni sanatın doğrusal olmayışıdır. Sanat gerçeği söylemek için gerçeğin kendisini doğrudan doğruya sanat alanına taşımaz, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu felsefenin ve bilimin yöntemidir. Sanat en basit ifadeyle algıyı çarpıtmaya ve kırılmaya uğratarak, imgelem ve çağrışımlar aracılığıyla gerçeği dolayımlayarak anlatmaya çalışır. Soyut sanatın daha yüklü ve etkili bir anlatıma sahip olmasının nedeni de budur. Ve yukarıda bahsettiğimiz sanattaki bakışsızlık da, görüntüde kırılma ve çarpıtma yaratarak olağan bakışı felce uğratıp geçersiz kılmasının bir sonucudur. Genel olarak onaylanan olağan bakışın karşısında sanatın tikel bakışı geçersiz kabul edileceğinden, sanat bir tür bakışsızlık olarak görülür. Ancak olağan bakış bir simülasyon ürünü olarak görüldüğünden, sonuçta sanat başlangıç durumuna yöneltilmiş gerçek bakış olarak ortaya çıkar.

Peki sanatçının gerçeklik kaygısının olması onun her zaman gerçeği anlattığı anlamına gelir mi? Kuşkusuz bu durum fazlasıyla görecelidir. Elbette ki sanatçı belli bir gerçeği anlatma amacıyla hareket eder, ancak bu onun gerçeği yakaladığı anlamına gelmez. Bir simülasyon olarak yaratılan sanat eserinin, gerçekliğin başlangıç durumunu yansıtma gücüne sahip olup olmadığının görülebilmesi için, gerçekliğin kendisi, onu sanat eserinde simüle eden göz ve bu simülasyona bakan donanımlı göz arasındaki uyumun sorgulanması gerekir. Böyle bir uyumun varolup olmadığını gösteren en önemli etken ise zamandır. Sanat eserinin gerçekliği zamanla sınanır. Sanat eserindeki gerçeklik söylemi bir ölçüde doğrulanabilir olmalıdır ve sanatçının ve bakan gözün ötesine geçip zamanda varlığını koruyabilmelidir.

Sanattaki gerçeklik kaygısı estetik boyutundan önce gelir ve onun üstündedir. Estetik boyut gerçekliğin yansıtılma biçimiyle ilgilidir ve temelde gerçeklik söylemini çarpıcı, etkileyici ve çekici kılma durumudur. Sanattaki gerçeklik sorunsalı dışarıda bırakılarak sadece estetik boyutun yani “güzel” oluşun öne çıkarılması sanatın temel yönelmişliğiyle çelişir. Çünkü sanatsal eylemin merkezinde insan vardır ve genel olarak insanlığa yöneliktir. Her şeyden önce sanat eserinin alıcısı sanatçının dışındaki insandır ve eserin insanlara sunulmasının anlamı, onlara anlatılacak ya da verilecek bir şeyler içeriyor olmasıdır. Dolayısıyla örneğin bir yazar eline kalemi aldığı andan itibaren etik alanına girmiş olur. Anlatma ve bir şeyler sunma isteği ya da ihtiyacı etik bir durumdur; bu bir insanın sadece başka bir insan ya da insanlar karşısında sergileyebileceği bir tutumdur; dolayısıyla, bir sanatçının sanat eylemindeki yönelmişliğin başka insanlar olması, sanatın bütünüyle etik bir boyuta sahip olduğunu gösterir. Buna karşılık, sanat eserinin salt “güzel” kavramı üzerinden ele alınması ya da sadece güzelin hedeflenmesi sanatsal olma durumunu sorunlu hale getirir. Çünkü bu durumda yaratılan eserde düşünce boyutu dışarıda kalır ve sadece alıcısı olan insanda yarattığı duygu durumlarıyla varolur; bu duygu durumları sanat dışındaki araçlarla sağlanan duygu durumlarıyla benzeştiğinde ya da karıştığında, söz konusu eserin sanat alanına girmesi zorlaşacaktır (örneğin doğanın, bir oyunun, iyi ya da kötü bir olayın, bir ayinin yarattığı duygu durumları gibi). Dahası sadece çeşitli duygu durumları yaratan eserlerde, sanat eseri olma durumunun tersine, belli bir doğrusallık söz konusudur. Her şeyden önce duygu durumları somut birer dışavurum olarak kendini gösterir; dahası yaratılan duygu durumunun çoğunlukla kendi dışında bir göndergesi yoktur ya da olsa bile, kendi dışındaki bu gönderge de yine bir duygu durumudur sadece. Buradan anlaşılacağı üzere, sanat eserinin temel karakteri estetik değil etik olmasıdır ve gerçeklik kaygısı bu etik alanı oluşturan temel etkendir.

Buna karşın, günümüz dünyasında, sanat çoğunlukla sadece estetik yönüyle yani “güzel” kategorisi içerisinde öne çıkarılmakta, gerçeklik ve etik boyutu dışarıda bırakılmakta ve böylece sanatsal eylemin içi boşaltılmaktadır. Bunun temel nedeni burjuva sanat anlayışında ya da sanatın burjuva toplum için ifade ettiği şeyde yatmaktadır. Sanatın bir gerçeklik kaygısı olduğunu söyledik. Özellikle 20. yüzyılda bu gerçeklik kaygısı soyut sanatla giderek derinleşmiş, kapsam olarak genişlemiş ve dünyaya yöneltilmiş eleştirel bir bakış haline gelmiş ve temelde dünyaya karşı bir reddiye olarak ortaya çıkmıştır. Bu eleştirinin yöneldiği temel noktaların başında ise, doğal olarak, hakim dünya sisteminin taşıyıcısı olan kapitalist-burjuva düşüncesi gelmektedir. Bu durumda burjuvazi, sanatsal eylemin içeriğini çoğunlukla soyutlayarak sadece estetik yönüyle ele alır ve tüketir; çünkü içerik çoklukla ona yönelik bir eleştiridir ve onu olumsuzlayarak aşmaya yönelir. O halde sanat eserinin burjuvazi tarafından salt “güzel olma durumuna” indirgenerek alımlanması kaçınılmazdır. Kendisine yönelik bir eleştiri olmasına rağmen burjuvazinin sanata yönelmekte ısrar etmesinin temel nedeni ise, sanat eserinin çok sayıda alıcısı olan bir tüketim nesnesi ve burjuvazi için önemli bir prestij aracı olmasıdır. Böylelikle burjuvazi hem sanat eserini bir sermaye birikim aracı haline getirmekte hem de sanatla ilişkilenerek ciddi bir prestij ve saygınlık elde etmekte ve böylece kendisini her iki yönden tatmin etmektedir. Burjuva toplumunda, konfor üreten maddi tüketim nesnelerinin yanında, sanat eseri de saygınlık üreten bir tüketim nesnesi haline gelir. Bu bakımdan, tüketim toplumunda, sanat eserinin alımlanması tüketim yarışının bir parçası haline gelmektedir; göstergeler dünyasında seçkin sanat eserleri önemli birer prestij göstergesidirler. Böylelikle burjuvazi, diğer sınıflar karşısında seçkin olma durumunu pekiştirmiş olur. Kitlenin ilişkilenemediği ve kitleyi aşıyor gibi görünen sanat alanını kendi egemenlik alanına eklemleyerek, sanatı elit burjuva yaşam alanının bir boyutu haline getirir ve bunu kendisini kitleden ayıran bir gösterge olarak sunar. Seçkin ve gösterişli bir eylem alanı olan sanat alanına ulaşabilen tek seçkin sınıf olarak ortaya çıkar ve büyük sanat yatırımlarıyla bunu pekiştirir. Sanatla ilgilenmek, seçkin bir burjuva olmanın bir göstergesi olur. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, sanat eserindeki eleştirel içeriği dışarıda bıraktığı için, bu içi boşaltılmış bir sanattır artık ve burjuvazi bir “sanat-sevicisi” olmanın ötesine geçemez.

11 Mayıs 2008 Pazar

EDEBİYAT ÖDÜLLERİ ???



Sait Faik Hikaye Armağanı ve Yunus Nadi Öykü Ödülü kısa süre önce sahiplerini buldu. Birincisi Behçet Çelik'e, ikincisi ise Yavuz Ekinci'ye verildi. Edebiyat ödüllerinin yeni kuşaktan yazarlara verilmiş olması sevindirici. Fakat genel olarak bakıldığında, acaba edebiyatımız ne kadar "ödüllük" bir edebiyat diye sormadan edemiyorum. Kuşkusuz edebiyatımızda gerçekten çok güçlü kalemler olmuştur bugüne dek; özellikle insan hikayeleri anlatısı açısından gerçekten önemli bir yerde duruyor edebiyatımız. Fakat bu iyi oluş çoğunlukla kendi içinde başlayıp biten biten bir işleyişe denk düşüyor. Dolayısıyla bunun ötesine geçildiğinde, genel olarak yazınımıza bakıldığında, dünyadaki düşünsel mirasa katkıda bulunabilecek, yeni akımlar yaratabilecek ve evrensel yazını etkileyebilecek bir düşünsel üretimin olmadığını görüyoruz bugüne dek. Yıllardan beridir aklımı kurcalayan bir konu bu. Tam olarak cevabını bulabilmiş değilim. Ama bazen, acaba geri kalmışlığın, hep geriden takip etmenin bir tezahürü mü diye sormaktan kendimi alamıyorum. Düşünsel anlamda (edebiyat, sanat, vs.) hep kendi kendine yeten, kendi yağında kavrulup giden ama gerçek anlamda dünyaya dair söyleyecek sözü olmayan bir ülkede yaşıyormuşuz gibi bir izlenim edinmişimdir hep. Sanat, edebiyat ya da felsefe denildiğinde mutlaka dışarıya bakmak zorunda kalmak çok rahatsız edici bir durum; çünkü bu durumda içerinin yetersizliğini görmüş oluyoruz. Elbette ki dışarıyı besleyen kaynaklar bellidir ve yeterli bir açıklamaya sahiptir; fakat bu bir bahane olamaz, çünkü akıl evrenseldir ve evrensel aklın ortaya koyduğu verilere ulaşma biçimleri sonsuzdur artık. Bunları düşünürken, edebiyat adına, bu kendine yeterliği sürdüren, yeniden üretip ileriye taşıyan ve sürekli kendi üzerine dönen bir anlayışın ortaya koyduğu eserleri görmek beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Güzel insan hikayeleri anlatan, sokağı dile getiren, çeşitli yaşanmışlıkları irdeleyen, psikolojik çözümlemelerle insan ruhunun haritasını çıkarmaya çalışan, duygusal olanı işleyip insanları ağlatan, eğlendiren ya da heyecanlandıran metinler sorunu derinleştiriyor ve yukardaki izlenimin giderek güçlenmesine neden oluyor. Çünkü bunlar evrensel bir olgu yaratmak için yeterli değil. Sonuç olarak edebiyat ödülleri, sürekli kendi üzerine dönen bir sürece eklemlenmeyi başaran ve bunu devam ettiren çalışmaların otorite tarafından tasdik edilmesinden öteye geçemiyor pek. Sorun otoritede mi yoksa onun muhataplarında mı? Sanırım her ikisinde.