6 Aralık 2010 Pazartesi

\-- PATAFİZİK --/


19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve 20. yüzyılda başta gerçeküstücü ve absürd akımlar olmak üzere çeşitli edebiyat ve sanat akımlarına öncülük eden, müzik ve sinema alanında dahi izlerine rastlayabileceğimiz, Marcel Duchamp, Eugène Ionesco, Jean Dubuffet, Joan Miro, Jacques Prévert, Dario Fo, Man Ray ve Max Ernst gibi 20. yüzyıla damgasını vurmuş birçok edebiyatçı, sanatçı ve düşünürün kendilerini birer takipçisi olarak gördüğü sıra dışı bir düşünce biçimi: ’Patafizik.

’PATAFİZİK NEDİR?
Rutin olana istisnai bir bakış: En kısa ifadeyle Patafiziği bu şekilde tanımlayabiliriz. 19. yüzyılın sonlarında, Fransız yazar Alfred Jarry’nin kaleme aldığı Gestes et opinions du docteur Faustroll, pataphysicien (Patafizikçi Doktor Faustroll'ün Davranış ve Görüşleri) adlı eserde karşımıza çıkar ilk olarak. Patafiziğe dair ilk tanımlama yine bu eserde yapılır: İstisnalar bilimi. Yerleşik algıdan farklı olarak, istisnalar üzerinden evrene bakma çabasıdır Patafizik. İstisna olarak tanımlanan şey, evrensel kurallara uymayan sıra dışı bir durumu değil, yerleşik fenomenolojik algının yarattığı alışkının etkisiyle gözden kaçan alternatif bir evren tasavvurunu ifade eder. Fakat, bu açıdan bakıldığında, yerleşik algılamanın kendisi de bir istisna olarak tanımlanmalıdır; çünkü bu, evrene dair muhtemel bütün açıklama yöntemlerinden yalnızca biridir. Burada, varolan evren algısına eklemlenen paralel bir evren söz konusudur ve bu eleştirel bir yaklaşımın ürünüdür: Verili olarak bulunan gerçekliğe yönelik bir karşı duruş. Aynı zamanda Patafizik, bu paralel evreni oluştururken doğrudan doğruya fiziksel evrene yönelir ve alternatif bir bilimsel dil inşa eder; Patafiziğin bir bilim olarak tanımlanmasının nedeni de budur. Bunun yanında, olgulara yönelik alternatif çözümlemeleri nedeniyle, Patafizik fenomenolojik bir yaklaşım halini alır.

Alfred Jarry, Patafiziği, fizik ve metafizik ikilisine eklemlenen üçüncü bir unsur olarak değerlendirir: Fizik-Metafizik-Patafizik. Bunların her biri, bir halkayı oluşturan üç ayrı noktadan biridir ve aynı evreni açıklamaya çalışan kendine özgü bir dil kullanır. Fakat Patafizik, metafiziğe olduğu kadar fiziğe de uzaktır. Doğrusal olarak fiziksel evrene yönelmesi ve metafizikte olduğu gibi masal-yaratma-işlevinin ürünü olan unsurlara başvurmaması bakımından metafizikten ayrılır. Fiziksel evreni açıklarken geleneksel olarak oluşturulmuş bilimsel bir dil kullanmaması ise fizikle Patafizik arasındaki farkı oluşturur. Ancak, Patafiziği dolayımlanmış bir fizik bilimi olarak tanımlamak mümkündür; zira bilimsel olarak elde edilen verilerden yararlanır, fakat bunları kendine özgü bir dil içerisinde işler. Örneğin, bir nesnenin sonsuz bir hızla ilerleyişini, istisnai bir bakış açısıyla, nesneyi çevreleyen belirli unsurların sonsuz bir hızda sabit kalışı biçiminde ifade eder.

“Hayali çözümler bilimi”, Patafizikle ilgili olarak yapılan en yaygın tanımlamalardan biridir. Özellikle ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen bir konu olduğundan, hayal ürünü ve dolayısıyla absürd ya da anlamsız şeylerle ilgilenen bir alan olarak anlaşılmaktadır. Alfred Jarry de Patafiziği tanımlarken hayali ya da düşünsel çözümler ifadesini kullanır kimi zaman. Fakat buradaki hayali olma durumu, verili olarak bulunan şeylerin tamamen dışında, dış dünyadaki fiziksel ya da olgusal hiçbir gerçekliğe gönderme yapmayan şeyleri karşılamaz. Hayali olan, Patafizik bakış açısıyla oluşturulan şeyler değil, bu şeylerin gerçeklikle ilişki kurma biçimidir. Eşdeğerlilik ilkesi bu ilişki biçiminin temelini oluşturur; varolan şeylerin yerine onlarla eşdeğer olarak kabul edilen şeyler konulur. Buna göre, sözgelimi bir günlük zaman dilimi 24 saat olarak değil, 52 saat ya da sadece 5 dakika olarak hesaplanır. Gestes et opinions du docteur Faustroll, pataphysicien adlı eserde, Doktor Faustroll’ün doğum ve ölüm tarihleri aynıdır. 1898 yılında 63 yaşındayken doğar ve aynı yıl ölür. Bu düşünce biçimi, Patafizik Takvim adında alternatif bir takvim oluşturmaya kadar varmıştır. Hayali çözümlere dayanan çalışmalar gerçekte sınırsız bir alana yayılmaktadır diyebiliriz. Şeylere istisnai bir açıdan bakma ya da bir alternatif yaratma düşüncesi, matematiksel işlemlerin rüzgardan etkilenme olasılığını hesaplamak ya da bir insanın yaşam süresini hayatta kaldığı süre içerisinde işlenen cinayet sayısına göre belirlemek gibi çözümler üretebilmektedir. Aralarında Raymond Queneau ve Boris Vian gibi ünlü Fransız yazarlarının yer aldığı birçok patafizikçi, bu türden “hayali çözümler” üzerinde durmuş ve bu yönde çalışmalar yapmışlardır. Eşdeğerlik ve olasılıklar üzerinden düşünme yöntemini, gerçeküstücülükten dadaizme ve absürd edebiyata kadar pek çok alanda bulabilmemiz mümkündür.

’PATAFİZİK ve EDEBİYAT

Patafizik edebiyat, söz konusu kavramın tanımına paralel olarak, edebiyat alanında alternatif bir bakış açısını ve görme biçimini ifade eder. Patafizik bir metin, görünür ve genel şeylere değil, özel ve gözden kaçan şeylere dokunmayı hedefler. Kişiler ve olaylar kurgulanırken, bu ikili yapının içinde yer aldığı dünya tasvir edilirken, bunu klasik metinlerden farklı olarak alternatif bir dünya tasavvuru içerisinde yapmaya çalışır. Patafizik olarak oluşturulmuş bir edebiyat metni, sözgelimi, yolda yürüyen bir insanın gerçekleştirdiği eylemi değil, dış dünyanın bu eyleme göre konumlanışını, binlerce kilometre uzaklıktaki bir başka insanın bu eylem anındaki davranışlarını ya da eylemin gerçekleşmeme durumunu ifade eder.

Patafizik her şeyden önce bir ifade biçimi olduğundan ve edebiyat doğrudan doğruya dil aracılığıyla gerçekleştirildiğinden, Patafizik için çok daha verimli bir uygulama alanıdır edebiyat. Her şeyden önce paralel evren ilkesi edebiyattaki geleneksel algıyı kırılmaya uğratan metinler oluşturma olanağı sağlar. Metni ören unsurların gerçeklikle doğrusal bir ilişki kurmaması, okuyucunun yorum alanını sınırsız bir biçimde genişletir ve bu da çok anlamlılığın oluşmasını sağlar. Buna ek olarak, sembolik potansiyeller metni oluşturma sürecinde yazara omniscient olma niteliği kazandırır. Örneğin, Patafizik bir öyküde yer alan bir karakterin zihninden geçen düşünce sayısı yazar için bilinebilir bir şeydir ve yazar metnini olası bir eksilme üzerine kurabilir. Önemli bir diğer nokta ise, Patafizik yöntemin yokluk kipi üzerinden anlatılar oluşturulmasına olanak vermesidir. Buna göre bir öyküdeki kahramanın bütün bir yaşamı bir tür anti-eylem üzerine kurulabilir.

Jarry’nin dehasının bir ürünü olan Gestes et opinions du docteur Faustroll, pataphysicien patafizik edebiyatın en yetkin örneğidir. Doktor Faustroll öznelinde bir kişi tasviriyle başlar kitap; fakat bu, klasik tasvirleri açıkça alaya alan, karmaşık bir matematiksel işlemle Doktor Faustroll’ün vücut ölçülerini veren ve günlük hayatının ilginç ayrıntılarıyla devam eden tam anlamıyla patafizik bir tasvirdir. Kitap, Patafiziğin tanımlanıp kural ve ilkelerinin saptanmasıyla ve patafizikçi Doktor Faustroll’ün sıra dışı bir dünyada deniz yoluyla Paris’ten Paris’e yaptığı sıra dışı bir yolculukla devam eder ve Tanrı’nın yüzölçümüyle ilgili karmaşık bir hesaplamayla son bulur. Doktor Faustroll’ün Patafizik evreninde, nesnelere atfedilen konvansiyonel nitelikler yerlerini istisnai bir bakış açısıyla ortaya çıkarılan gizil niteliklere bırakırlar. Aynı şekilde, sembolik potansiyeller bilinmezliğin yerini alır ve her şey belli bir değerle ifade edilebilir hale gelir. Böyle bir evrende, bir insanın vücut ölçülerinin belli bir atomal değeri vardır. Cisimlerin belli bir merkeze doğru düşüşlerinden söz edilmez, ancak merkezin cisimlere doğru yükselişinden ya da merkez ile cisimler arasında yer alan boşluğun son bulmasından söz edilir.
Docteur Faustroll, bu alanda bir ilk olmasına rağmen, Patafizik edebiyatın taşıdığı yüksek potansiyeli ve ondaki özgünlüğü görmemizi sağlar. Patafizikle örülmüş bu eser, dışarıdaki gerçekliğe yönelik hoşnutsuzluğu dile getirir aynı zamanda. Her şeyden önce, Patafizik, niteliği itibariyle yadsımayı ve reddedişi ifade eder. Metnin bütününe yayılan gerçeküstücü ve absürd yaklaşım bu durumun bir göstergesidir. Jarry, yarattığı sıra dışı dille, insanların dünyasını alaya alır. İnsanlığa hükmeden kurallara ve değerlere yönelik, abartılı ve gülünç bir üslupla ifade edilen keskin bir eleştiridir bu. Kendilerini Jarry’nin takipçisi olarak gören birçok edebiyatçı ve sanatçının eserlerinde, bu hoşnutsuzluğu dile getirmede Patafiziğin sunduğu sınırsız olanakları görmek mümkündür. Bu kişilerin üyesi oldukları Patafizik Koleji’nin yapısı bile bunun en somut göstergesidir.

Patafizik ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen bir alan. Bu konuyla ilgili teorik çalışmalar olmadığı gibi, edebiyat alanında ya da sanatın herhangi bir dalında Patafizik nitelikte eserlerden söz etmek de pek mümkün değildir. Bununla birlikte, özellikle şiir türünde oluşturulan metinlere bakıldığında, pek çok yerde Patafizik bir dile ya da Patafizik unsurlara rastlamak mümkündür. Bunun nedeni, bir ifade biçimi olarak şiirin imgesel yönünün çok güçlü olmasıdır diyebiliriz. Zira etkili bir ifade yaratma amacıyla oluşturulan imgeler anlamı dolayımlamaktadır ve bu durum Patafizik nitelikte anlatımların ortaya çıkmasına olanak vermektedir.
Bununla birlikte, Patafizik bir olgu olarak biliniyor denemez; dolayısıyla bu türden anlatımlar çoğunlukla bir tesadüften ibarettir ve böyle unsurlar içeren eserler veren şairlerde Patafizik bir metin oluşturma çabası söz konusu değildir. Ancak, Patafizik Kolejinin de belirttiği gibi, Patafizik hayatın her alanındadır ve önemli olan onu fark etmektir. Bu açıdan bakıldığında, herhangi bir yazarın ya da şairin bir tesadüf sonucu da olsa bunu yakalamış olması oldukça mümkün ve hatta kaçınılmazdır. Bu bağlamda, Patafiziğe yönelik bilinçli bir çabadan söz edememekle birlikte, edebiyatımızda Edip Cansever, Turgut Uyar, Orhan Veli ve Nazım Hikmet gibi büyük şairlerin bazı eserlerinde Patafizik mantığına uygun dizelere rastlayabiliyoruz. Bu yönde araştırmalar yapılması halinde, edebiyatımızdaki gizli Patafizik yönlerin ortaya çıkarılması mümkündür.

’PATAFİZİK TERİMİ

Alfred Jarry tarafından oluşturulan Patafizik teriminin tam olarak ne anlama geldiği konusunda belirsizlik söz konusudur. Basit bir cinas görünümünden kaçınmak amacıyla apostrof ile birlikte kullanılan ’Patafizik terimin anlamıyla ilgili olarak, pâte à physique (fizik hamuru), pas ta physique (senin fiziğin değil) ve patte à physique (fizik ayağı) şeklinde çeşitli açıklamalar mevcuttur. Farklı anlamlara gelmekle birlikte Fransızca olarak okunduğunda “patafizik” sesini veren bu ifadelerin, Patafiziğin tanımı itibariyle, son tahlilde fizik bilimine dair ironik bir kullanım olduğu açıktır.

PATAFİZİĞİN KURUCUSU: ALFRED JARRY
1873 yılında Fransa’da doğdu. Henüz 15 yaşındayken, okuldaki bir öğretmeninden esinlenerek Ubu Roi (Kral Übü) adlı tiyatro eserinin ilk versiyonunu yazdı. Daha sonraları yeniden ele alınan eser 1896 yılında Paris’te sahnelendi. Topluma ve insanlara yönelik alay dolu keskin bir eleştiri içeren, gerçeküstücü ve absürd tiyatronun ilk örneği ve başyapıtı olarak kabul edilen bu eserle Alfred Jarry bu iki edebiyat akımının öncüsü oldu. 1898 yılında, Gestes et opinions du docteur Faustroll, pataphysicien adlı eserini yazdı. Patafiziğin ilk kez tanımlandığı bu eser Patafizik edebiyatın başyapıtıdır; 20. yüzyılda yaratılan Patafizik ekolün ve 1948 yılında kurulan Patafizik Koleji’nin kutsal kitabı olarak kabul edilir. Şiir, roman ve tiyatro alanında eserler veren Alfred Jarry, uzun yıllar boyunca muzdarip olduğu tüberküloz hastalığı nedeniyle, 1907 yılında hayata veda etti. Ardında, 20. yüzyıla damgasını vuran bir çok sanat akımına kaynaklık eden, yüzyılın en önemli isimleri arasında yer alan birçok sanatçı ve edebiyatçıyı etkileyen sıra dışı bir düşünüş ve eşsiz eserler bıraktı.

’PATAFİZİK KOLEJİ

Patafizik Koleji, 1948 yılında Emmanuel Peillet tarafından kurulan ve Raymond Queneau, Jean Ferry, Boris Vian, Jean Mollet ve Luc Étienne gibi isimlerin öncülük ettiği bir sanat ve edebiyat hareketidir. Kendine özgü bir hiyerarşik sistem oluşturan Kolej, yukarıdan aşağıya Küratör, Ast-Küratör, Proveditör, Satrap ve Naip olarak sıralanan üyelerden oluşur. Doktor Faustroll, Patafizik Koleji’nin daimi ve azledilemez üyesidir. Ancak, Patafizik düşüncenin ruhuna uygun olarak, keyfi bir biçimde oluşturulmuş bir yönetim sistemidir bu. Üyelik sıfatları semboliktir ve Patafizik alanında önemli çalışmalar yapan kişilere verilir; bu sıfatları karşılamak üzere üretilmiş çeşitli amblemler söz konusu kişiler tarafından taşınır. Patafizik Koleji’nin temel amacı, başta Alfred Jarry’nin eserleri olmak üzere, yapılan Patafizik çalışmaları derlemek ve yayımlamaktır. Patafizik alanında yeni çalışmalar yapmak, bu alanla ilgili isimleri bir araya getirmek Kolej’in diğer önemli işlevleri arasındadır. Man Ray, Joan Miró, Jean Dubuffet, Ionesco, Max Ernst, Jacques Prévert gibi isimler Kolej’in diğer üyelerinden bazılarıdır. Sonraları uluslararası bir oluşum haline gelen ve İtalya, İspanya, İngiltere ve Hollanda gibi ülkelerde temsil edilen Patafizik Koleji 1975 yılında çalışmalarına son vermiş, ancak 2000 yılında kapılarını yeniden açmıştır.

’PATAFİZİK TAKVİM

Patafizik Takvimi, Alfred Jarry tarafından oluşturulmuş ve ilk olarak, 1899 tarihli L'Almanach du Père Ubu, illustré adlı çalışmada, Ubu Baba’nın Takvimi başlığıyla yayımlanmıştır. Ubu Baba’nın kişisel zevkine göre düzenlenen bu takvimle birlikte, 8 Eylül 1873 tarihinden itibaren (Alfred Jarry’nin doğum tarihi) Patafizik Çağ başlar. Takvim 13 aylık bir zaman diliminden oluşur (Absolu, Ha Ha, As, Sable…). Gün ve ay isimleri Jarry tarafından uydurulmuştur; belirli gün ve haftalar bütünüyle yeniden oluşturulmuştur. Ancak Patafizik Takvim Jarry’nin ölümünden uzun yıllar sonra kullanılmaya başlanmıştır; 1948 yılında Patafizik Koleji tarafından yürürlüğe konulmuştur. Takvim patafizikçiler tarafından bugün de kullanılmaktadır. Buna göre bizler bugün Patafizik Çağ’ın 135. yılında bulunuyoruz.

ÜNLÜ PATAFİZİKÇİLER

Boris Vian

1950 yılında Patafizik Koleji’ne girdi. 1953’te satraplığa yükseldi. Kolej için Patafizik nitelikte pek çok metin kaleme aldı; çeşitli çalışmalar yaptı. Tanrı’nın matematiksel değeriyle ilgili olarak yaptığı çalışmalarda, Tanrı’nın 0 sayısına eşit olduğunu gösteren hesaplamalar yaptı. Patafizik Koleji üyeleri tarafından taşınan rozetlerin seri olarak üretilebilmesi amacıyla kullanılan Gidouillographe adlı makine ve caz müzik çalmak üzere kullanılan, alkolün ve müziğin verdiği sarhoşluğu birleştiren Pianocktail adlı aygıtla ilginç buluşlara imza attı.
Raymond Queneau
1950 yılında Patafizik Kolejine üye oldu. Kısa sürede satraplığa yükseldi. Patafizik nitelikte çeşitli çalışmalar yaptı. Matematiksel işlemlerin rüzgardan etkilenme olasılığını bulmaya dayanan çeşitli hesaplamalar yaptı; örneğin 2+2 = 4 işleminin 2 = 4 olarak hesaplanabileceğini kanıtladı. Fransız dilindeki fiil çekimleriyle ilgili alternatif kalıplar oluşturdu. Patafizik düşüncenin kaynaklık ettiği Oulipo edebiyat akımının kurucuları arasında yer aldı.

Jean Mollet

1951 yılında Patafizik Kolej’ine dahil oldu. 1953 yılında Satrap unvanını aldı. Alfred Jarry ile birebir tanışıklığı olan tek üye olması nedeniyle, 1959 yılında, Boris Vian’ın önerisi üzerine Raymond Queneau tarafından Ast-Küratör olarak seçildi (Küratörlük Patafiziğin kurucusu olan kişilere verilen bir unvandır; buna göre asıl Küratör Doktor Faustroll’dür). Patafizik Koleji’nin yaşayan duayeni olarak kabul edilen Mollet, Kolej’in alt-komisyon sisteminin oluşturulmasında öncü oldu. Mollet’nin Kolej’de bulunduğu yıllar Kolej’in en verimli dönemi olarak kabul edilir.
. *Daha önce NOTOS EDEBİYAT dergisinde yayımlanmıştır*

19 Ekim 2010 Salı

KARANLIK THOMAS üzerine




Dil ve edebiyatı merkeze alan sorgulamalar Maurice Blanchot’nun ayrıksı dünyasına uzanan yolu inşa eden en önemli araçlardır. Blanchot Karanlık Thomas’da bu ayrıksı dünyanın en yetkin örneğini sunar. Henüz 1932 yılında yazılmaya başlanan ve uzun yıllar sonra tamamlanan bu eser, edebiyatın ve bir yönüyle felsefenin doruk noktasını oluşturur.

Suyu görmekle başlıyor her şey, suyu görme biçimiyle. Kazanılmış konvansiyonellerle örülü bir evrenin ötesinde, su ateşten farksızdır. Thomas’yı karanlık yapan şey, devasa bir bütün oluşturan su molekülleriyle ilişkilenme biçimidir. Blanchot’nun art arda sıraladığı sözcüklerle kendini bu akışkan yığının içinde bulur Thomas. Fakat o, denizde olmaktan başka her yerdedir. Blanchot’nun dille kurduğu ilişki, Thomas’da yeni bir evren tasavvuru olarak ortaya çıkar. Böyle bir evrende Thomas, sabit bir noktada sonsuzluğa uzanan bir devinimsizlik halindedir; ya da aynı anlama gelmek üzere, sıfırdan başlayarak oluşturulmuş bir bilinç düzeyinde, her an her yerde, bir insanın yapabileceği her şeyi yapmaktadır.

Thomas yeni bir insandır; ya da kendi evreninde insanlığın ilk temsilcisi olarak varolmaktadır. Onun sınırsız olasılıklar içeren gücü de buradan gelir. Denizde yüzerken ıssız bir çöldeymiş gibi hareket edebilir ya da aniden bir ormanda bulabilir kendini. Bunun nedeni gerçekte ne denizde ne de ıssız bir çölde olmasıdır; varolduğu yer onun dilsel boyuttaki evren algısına göre biçimlenir. Aynı şekilde, katatonik bir beden halinde bulunurken her şeyi yapabilmesi de kendi dünyasının olanakları dahilindedir. Ona bu yeteneği veren şey, yerleşik eylem anlayışı açısından bakıldığında, hiçbir şey yapmıyor olmasıdır; çünkü kendi bedeni de dahil olmak üzere varolan her şey ve bunlardan doğan eylemler, onun bilincini merkeze alarak onun etrafında gerçekleşir. Thomas’nın içinde bulunduğu bu evren, kendi içinde varolan evrene dair sonsuz sayıdaki muhtemel algılamalardan yalnızca biridir. Bu yüzden bu gerçek bir evrendir ve dolayısıyla o, gerçekte okuyucununkine paralel bir evrende yaşamaktadır. Ancak Thomas bunun bilincinde değildir. Çünkü böyle bir bilince sahip olması, diğer evren tasavvurlarından en az biri hakkında fikir sahibi olması anlamına gelir ve bu da kendi evrenini kurgusal hale getirir.

Bu durum, Thomas ile okurun evreni arasında kalıcı bir bölünme yaratır. Bu bölünme yazarın kullandığı dil düzeyinde kendini gösterir. Yazar sudan ya da kitaptan bahsederken, okurun yaşadığı evrene dahil olur, onun evren algılamasına eklemlenir. Fakat, varlığı çevreleyen akışkan bir madde ya da diziler oluşturarak sıralanan işaretler söz konusu olduğunda, yazarla birlikte okur paralel bir evrene geçiş yapar. Thomas’dan farklı olarak, okur düzeyinde paralellik düşüncesi oluşur kaçınılmaz olarak. Çünkü okur, Thomas’nın evrenini kendi evrensel tasavvurunu oluşturan araçlardan yola çıkarak kavrar. Böyle bir kavrayışı sağlayan en önemli ve belki de tek araç dildir. Başka türlüsü de mümkün değildir; aksi taktirde okur, tam bir bilinmezlikle karşı karşıya kalır. Zira böyle bir varsayımda, Thomas’nın kendine özgü bir biçimde algıladığı evren, okurun kullandığı dilin dışında bir yöntemle soyutlanmış olur ve bu durumda Thomas sonsuza dek karanlıkta kalır.

Dil olgusu üzerinden soyutlama işlemi, Karanlık Thomas’yı okur için anlaşılır kılar. Okurun paralel bir evrene kendi dili üzerinden ulaşması ilk bakışta paradoksal gibi görünebilir. Ancak burada paralelliği oluşturan şey, söz konusu soyutlamanın niteliğidir; yani aslında paralel olan şey bir gerçeklik olarak evren değil, Thomas’daki dil olgusunun bu evreni soyutlama biçimidir. Denize giren Thomas suyun varolmadığından kesinlikle emindir ve bu yüzden yüzme eylemi onun için anlamsızdır. Varolmayan şey suyun kendisi değil, suyla kurulan konvansiyonel ilişkidir. Böylelikle paralel bir “su” varlığı ortaya çıkar ve Thomas, su olmayan bir şeyin içinde yüzme olmayan bir eylem gerçekleştirir. Suda oluşan boşluğun Thomas’nın bedenini oluşturması ise bu paralelliğin olgusal alana uygulanma biçiminin bir sonucudur.

Thomas’nın dil olgusu karşısındaki tavrı, onun evren tasavvurunun bir sonucudur. Etrafını çevreleyen tüm diğer şeyler gibi, dilsel kullanım da bu yeni boyuta geçişle birlikte geçersizleşir. Böyle bir boyutta, dilsel göstergeler belli bir temsiliyet sisteminin bileşenleri olmaktan çıkıp başlı başına birer gönderge haline gelirler. Harfler ve sözcükler bu niteliklerinden sıyrılırlar ve Thomas’yı çevreleyen nesneler dünyasına dahil olurlar. Böylelikle herhangi bir varlığın uyguladığı etkiye benzer bir biçimde, bu nesneler Thomas üzerinde etkili olurlar ve Thomas yazı tarafından okunur. Bu okunma eylemi, söz konusu etkiye karşılık oluşan tepki ve eylemlerin Thomas’nın bedeninde yer edinmesi şeklinde gerçekleşir: Thomas karşısında gördüğü varlıkların kendisi üzerindeki eylemleriyle mücadele eder; bu mücadele içerisinde dil kendini gerçekleştirir ve bunun sonucunda anlam ortaya çıkar.

Thomas’nın geliştirdiği bu tavır etrafını çevreleyen her şey için geçerlidir. Bu nedenle, Karanlık Thomas’nın daha ilk bölümlerinden itibaren, Thomas’nın yaşadığı bu özgün dünyaya adım atarız ve metnin bütünü boyunca bu dünyada geziniriz. Nesneler, kişiler ve olaylar Thomas’nın özgün bakış açısıyla algılama alanına düşerler. Bu durum, olgusala yönelik alternatif bir yaklaşım olarak ortaya çıkar: Bir insanın sergileyebileceği bütün ruh halleri aynı anda bedeninde yer edinmekte ve gizil olarak her an tekrarlanmaktadır; yürüme eylemi, bedeni ayakta tutan uzuvlarda gerçekleştirilen çeşitli işlemlerdir; insanın yaptığı her şey, kendisine eklemlenen ellerin yaşam biçimini oluşturur; kendisiyle özdeş ve durağan gibi görünen bir nesne, gerçekte sonsuz bir hızla değişmektedir: Anna, kendisi olmaktan vazgeçmeden durmadan değişir.

Thomas’nın bizim dünyamız karşısındaki tutumu kimi zaman bir tür “yabancılaşma” örneği olarak görülebilir. Fakat bunun anonimleşme ya da kişisizleşme gibi bir anlamı yoktur. Burada, mutlak olmayan bir dünyanın yadsınmasıyla başlayan ve buradan çıkarak başka olasılıklara yönelen bir uzaklaşma söz konusudur. Thomas yerleşik algıdan uzaklaşmış ve çevresini sonsuz varyasyonları olan bir olasılık üzerinden algılamaya başlamıştır. Fakat niteliği ne olursa olsun, işleyiş kazanan bu olasılık dış evreni şu veya bu şekilde karşılar. Bu açıdan bakıldığında, Thomas’nın suyla kurduğu ilişki patafiziktir ve yukarıda sözü edilen yabancılaşma görüntüsü, okurun dünyasıyla Thomas’nın patafizik evreni arasında oluşan mesafenin bir ürünüdür. Okur serin bir denizde yüzerken, Thomas etrafında devinen yoklukta hareketsiz kalarak yol alır.
.
(Daha önce Borges Defteri'nde yayımlanmıştır.)

27 Eylül 2010 Pazartesi

31 Ağustos 2010 Salı

POE’NUN BÜYÜK KORKUSU



Edebi metinler son tahlilde kurgusal birer yaratımdır, ancak her kurguda gerçekliğin izini sürmek mümkündür. Yazar üretirken bu gerçeklikten kaçamaz. Zira, bir metni oluşturan her unsur, kurgusal olmanın ötesinde onu oluşturan kişinin zihinsel evreninin gerçek birer parçasıdırlar.

Edgar Allan Poe’nun gerçek ve düşünsel yaşantısı bu konuda çarpıcı bir örnek teşkil eder. Onun yazdığı ürkütücü ve tedirgin edici öyküler, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında sürdüğü kısa yaşantının birer iz düşümü gibidir. Poe kendi korkularının yazarıdır.

Henüz küçük bir çocukken babası tarafından terk edilen Poe kısa bir süre sonra annesini yitirdiğinde yapayalnız kalır. Poe hayatı boyunca bundan babasını sorumlu tutacaktır. Yıllar sonra yazdığı Kara Kedi adlı öyküde bunun etkisini görürüz. Öyküde anlatıcının nefret duygusunun hedefinde olan, hayatından ve aklından çıkarıp yok etmeye çalıştığı kara kedi Poe’nun babasından başkası değildir. Kediye siyah rengini veren şey, Poe’nun babasını hiç tanımamış olmasındaki belirsizlik ve ona dair beslediği karanlık düşüncelerdir. Anlatıcının sokakta bulduğu ikinci kediyle, babasına dair düşüncelerini iyileştirmeye çalışır. Kedinin göğsündeki beyaz leke onun bu arzusuna işaret eder. Ancak karanlık bir imge olarak zihninde yaşattığı babasıyla barışması imkansızdır ve nefret duygusu kısa sürede başlangıçtaki iyi niyetin yerini alır. Beyaz leke zamanla bir ölüm imgesine dönüşür ve kara kedinin bedeninde ölüm bir kez daha hakim gelir.

Gammaz Yürek Poe’nun bir başka korkusunu anlatır. Poe’nun ölümünden kısa süre önce çektirdiği bir fotoğraftaki görüntü bu korkunun merkezinde yer alır. Poe kendi görüntüsünden rahatsızdır. Yüzünde ürküntü veren bir çirkinlik olduğuna inanır ve bu çirkinlik kendisiyle karşılaştığı her yerde kendini ele verir. Gammaz Yürek adlı öykünün arka planında yatan gerçekliğin temelinde bu duygu vardır. Poe, yakın bir ilişki kurduğu Sarah Helen Withman’a yazdığı bir mektupta “Kendimle baş başa kalmaktan korkuyorum” derken, bu duygusunu açığa vurur. Bununla birlikte, insanlarla birlikte olduğu anlarda bu rahatsız edici düşünceyi gizlemeye ve kendine güvenen bir kişi izlenimi vermeye çalışır. Gammaz Yürek’teki anlatıcının tavırlarında ve söylediklerinde bunu görmek mümkündür. Ancak derinlerde kök salan huzursuzluk gerçek hayatta olduğu gibi öyküde de kendini ele verir.

1948 tarihli söz konusu fotoğrafta, Poe’nun kendi görüntüsü karşısında duyduğu rahatsızlığın farklı boyutlarını görmek mümkündür. Geniş bir alın, düşük bir kaş ve tedirgin edici bakışlar farklı korkulara ve bunun sonucu olarak farklı anlatılara kaynaklık eder. Bazı zamanlar Poe, aynanın karşısına geçer ve kendi yüzünün yerinde başka bir yüz hayal eder. Hatta bazen, elleriyle yüzüne yeniden şekil vermeye çalışır. Geniş alın saçlarla kapatılır, düşük kaş el yordamıyla düzeltilir, göz altındaki torbalar giderilir, tedirgin edici bakışlar iyileştirilir. Ama hayaller son bulduğunda ya da kısa süreli bu terapiler etkisini yitirdiğinde, gerçek hayata ait görüntülerle baş başa kalınır yeniden.

Berenice adlı öyküde bu ruh halinin ve bu ritüel davranışların izlerini görürüz. Öyküdeki anlatıcının genç kızın bembeyaz ve düzgün dişlerine karşı duyduğu saplantılı arzu, güzel ve muntazam olana karşı duyulan gerçek arzunun bir yansımasıdır. Anlatıcının gözünde birer İdeye dönüşen Berenice’in güzel dişlerine sahip olma arzusu, ayna karşısında kurulan hayallerle örtüşür; el yordamıyla yapılan ritüel müdahaleler, Berenice’te anlatıcının giriştiği sıra dışı eylemde ifadesini bulur. Ve nihayetinde, hayaller ve ritüeller sona erdiğinde ortaya çıkan can sıkıcı görüntü, öykünün sonunda yaşanan ürkütücü gerçekle bütünleşir.

Poe’nun yaşamını ve kişiliğini oluşturan unsurlar onun yazdığı metinlere bulaşmıştır kaçınılmaz bir biçimde. Yazdıkları üzerinde yapılacak derin analizler onun başka korkularını açığa çıkaracaktır muhtemelen. Sözgelimi, kısa süren üniversite hayatı sırasında saplandığı kumar tutkusu, tedirgin edici başka anlatılara gebedir. Onun yazdığı metinler izlenerek, kahramanı Poe olan karanlık öyküler yazılabilir.
Kuşkusuz Poe bu yolda yalnız değildir. Ancak o, birçok yönüyle olduğu gibi, bu alanda da başkalarına öncülük etmektedir.
.
(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)

1 Ağustos 2010 Pazar

Bir Kaldırım Taşının Acıklı Hikayesi



BU ÖYKÜ "BAY HOW NE YAPMALI?" ADLI ÖYKÜ KİTABINDA YER ALDIĞI İÇİN, BURADAKİ YAYININA SON VERİLMİŞTİR....

20 Temmuz 2010 Salı

KALBUR ZAMAN





BU ÖYKÜ "BAY HOW NE YAPMALI?" ADLI ÖYKÜ KİTABINDA YER ALDIĞI İÇİN, BURADAKİ YAYININA SON VERİLMİŞTİR....

14 Temmuz 2010 Çarşamba

BU YAZIYI OKUMAYIN!



Her zaman yapılan yer değiştir-melerden biri daha tamamlanmak üzereydi. İçinde bulunduğu boşluğu dolduran ve üzerinde taşıdığı katılık kendi dışındaki bir başka kütleyle karşılaşmış ve durmuştu sonunda. Karşısında görülen ve bir araya gelen küçük şekillerin oluşturduğu bütünün, üzerine yerleştiği zemini yok ettiğini fark etti. Tek kelimeyle şok geçiriyordu. Üzerinde taşıdığı katılık yazıyla birlikte ortadan kalkıvermişti bir anda. Ona orada olduğunu söyleyen hiçbir şey kalmamıştı. Hareket etmesi gerektiğini düşündü; bedenini ve uzuvlarını hareket ettirdi; böylece etrafında bulunan başka bedenlerle çarpışma ve hissedeceği katılıktan başlayarak yeniden çevresini kavrama olanağına sahip olabilirdi. Yaptığı hareket dirençle karşılaştı ve ilk hissettiği şey ağrı oldu. Böyle bir şeyi düşünmediği halde hissettiği için, kendisinin dışında buna neden olan bir şey olması gerektiğini düşündü. Hissettiği şey bir katılıktı, o halde kendisi de bir katılıktı; aksi taktirde çarpışma gerçekleşmeyecek ve hiçbir şey hissetmeyecekti.

Bir yere gitmesi gerektiğini, o anda o amaçla orada olduğunu hatırladı. İçinde bulunduğu hareketli mekandan çıktı ve yürümeye başladı. Ama tam olarak ne yaptığının farkında değildi. Az önce yaşadığı şeylerin etkisinden henüz kurtulamamıştı. Yürürken bir yandan ayaklarına bakıyor ve yaptığı hareketleri anlamaya çalışıyordu. Yürü-dükçe yer ayaklarının altından kayıyor ve adımları kendiliğinden yapılan hareketler gibi görünüyordu. Çevresini sarmalayan mekanda ilerlerken, karşısındaki şeyler önce ona yaklaşıyor, sonra yanından kayıp geçiyordu. Yürürken yaşadığı sarsıntıyla, etrafında oluşan görüntüler titriyor, şekiller uzayıp kısalıyor ve yerlerini yenilerine bırakıyordu. Etrafında bir takım şekillerden ve renklerden başka bir şey görmüyordu. Ayakları yere değiyordu ama az önce duyduğu tedirginlik yeniden beliriyor ve yerin katılığı yeterli gelmiyordu artık. Bu yüzden, yürürken bir yandan da etrafında gördüğü nesnelere dokunmaya ve yeniden hissetmeye çalışıyordu. Kısa süreli bir terapi halini almıştı bu durum ve belli aralıklarla tekrarlanıyordu.

İçinde bulunduğu bu belirsizliklere rağmen, tuhaf bir biçimde, belli bir yönde yürüyor ve nereye gittiğini biliyormuş gibi bir izlenim veriyordu. Az sonra duyduğu bir sesle irkildi ve anlayamadığı bir biçimde karşıdan gelen birinin kendisine doğru yöneldiğini fark etti. Bir an durakladı. Düzgün çizgileri olan bu renkli yüz kendisine yaklaşıp kucaklamaya çalıştığında yaşadığı sarsıntı ve duyduğu katılık hissiyle yeniden kendine geldi. Çarpışma o kadar şiddetliydi ki, az öncesine kadar yaşadığı şeylerin ektisinden bir anda kurtuluvermişti sanki. Karşısındaki kişiyi tanıyordu ve onu görmek için gelmişti oraya, yoksa yapılan bütün bu hareketlerin hiçbir anlamı kalmıyordu. Uzun süredir karşılaşmamış olmalılardı, çarpışmanın şiddetinden ve yapılan hareketlerin karmaşıklığından bunu anlayabiliyordu. Sabit bir alan bulmaları gerekiyordu şimdi. Birlikte yürümeye başladılar.

Büyük bir yapının önüne gelip durdular. Yüksek ve hareketli erimiş bir kum yığınını elleriyle iterek ikiye ayırdılar. Yapının içinde ilerlemeye başladılar. Az sonra hareketlerini sonlandırıp zemine doğru yaklaştılar; bedenleri dirençle karşılaştı, fakat bu direnç onları dengede tutmaya başlamıştı, uzun süre bu şekilde durabilirlerdi artık. Ona gelince, bedeni giderek hafiflemeye başlamıştı ve algılayabildiği neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Yeni bir terapiye ihtiyacı vardı. Üzerinde durduğu bloktan dışarıya doğru uzanan katı bir kütleye dokundu ve hissettiği bu soğuk temas onu bir an kendine getirdi. Etrafını çevreleyen çeşitli biçimlerdeki derinlik ve yoğunluklar yavaş yavaş belirginleşmeye başladı. Bir an, her şeyin tekrar yerli yerine oturmaya başladığını hissetti. Gözlerinin önüne gelen görüntüler belli bir anlam kazanıyordu giderek. Şekiller ve renkler bir şeylere ait olduğunu hissettirmeye başlamıştı. Hatta bir süredir duyduğu seslerin aslında kendisine yöneldiğini fark etti. Karşısındaki kişi kendisiyle konuşuyordu. Duyduğu sesler giderek anlam kazanmaya başladı ve belli belirsiz karşılık vermeye çalıştı. Bir yandan da etrafında olup bitenleri izliyordu. Yeniden alışmaya çalışıyordu.

O sırada, belli bir mesafeyle yakınında oturanlardan biri dikkatini çekmişti. Düzgün bir yüzü ve renkli saçları vardı. Uzun süre gözlerini ayıramadı ondan. Bir süre sonra, yüz kısalıp uzamaya ve renkler birbirine karışmaya başladı birden. Önlerindeki masa yer çekimine daha fazla dayanamayıp önlerinden kayıp gitmişti. Tepelerden yuvarlanan kayalar üzerlerine düşmeye başlıyor ve etraftakiler korkuyla kaçışmaya çalışıyordu. Biraz ilerde yeşil yüzlü bir adam yıkılmış duvar resimlerinin altında kalmış ve kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Uzaklardan, çok uzaklardan, ne olduğunu anlayamadığı bazı tuhaf varlıklar belli belirsiz hareketler yapıyor ve ağızlarından çıkan titreşimler havayı dolduruyordu.

Korku ve gerilim içindeydi; oradan uzaklaşıp kurtulması gerektiğini düşündü. Yanındakini izlemeye ve onunla birlikte ilerlemeye başladı. Birbirine karışan yüzler ve renkler hızla altlarından kayıyor ve etrafını çevreleyen karanlıktan tuhaf uğultular yükseliyordu. Yürürken önlerinden geçen siyah kediler geceyi büsbütün karartıyor ve karanlık gözlerini kamaştırıyordu. Giderek hızlanı-yorlardı ve karşıdan gelen uzun beyaz çizgiler hızla yanlarından geçiyor, karanlıkta kayboluyordu. Bu koyu maddeye saplanıp kalan kütleler etrafını çökerterek derinliklere doğru sürüklüyorlardı. Giderek bu ağırlığın etkisinde kalıyor ve içinde oldukları boşluğun kontrolünü kaybediyorlardı. Az sonra, her şey bir anda durdu ve boşlukta asılı kaldılar. Ama ne olduğu ve nerede olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu onun.

Şiddetli bir karanlık her yeri dolduruyordu. Üzerindeki ağırlık yok olmuştu. Bedenini hareket ettirmek istedi, böylece belli bir dirençle karşılaşabilir ya da en azından kendi katılığını hissedebilirdi. Ama hiçbir şey hissetmiyordu artık. Katılık son bulmuştu. Bakıyordu, ama hiçbir şey göremiyordu. Karanlığın bir madde olabileceğini düşündü. Ama bu maddeye dokunabilecek herhangi bir uzvu olmadığından, bunu doğrulayabilmesi imkansızdı. Bakan ama hiçbir şey göremeyen bir çift gözden ibaretti artık. Katılık olmadığı için zaman duygusunu da yitirmişti. Birden karanlığın içinden uğultular yükselmeye başladı. Artık gözleri de giderek ağırlaşıyor, karanlığa karışıp yok oluyordu Uzaklarda, çok uzaklarda, bir şey sarsılarak uyanmaya başlıyordu.

11 Temmuz 2010 Pazar

SÖZCELEM POTANSİYELLERİ



Gökyüzüne karşılık gelen bir gezegende, i, n, s, a ve n’lerden oluşan bütün varlıklar, yaklaşık yüz proton devrine denk düşen her bir zaman diliminde, evrende varolabilecek bütün titreşimsel parçacıkları teklik kombinasyonları halinde bir araya getirerek ve bu şekilde oluşturulan her birimi çokluk dizileri halinde sıralayarak her an söylenebilecek her şeyi gizil olarak seslendirmektedirler. Bütün bu süreç, söz konusu çokluk dizileri potansiyel olmaya son verip efektif hale gelecek şekilde yeniden üretildiğinde, anlam-birimsel bir bütün oluşmakta ve böylelikle konuşmama eylemi artık son bulmaktadır.

Bir başka ifadeyle, söz konusu yaşam alanında varolan söz konusu varlıklar, dirimsellik durumlarına denk düşen her X proton-saniyede, patafizik bakış açısına göre, muhtemel bütün sözcelemleri oluşturmaktadırlar ve bu omni-sözcelem anında X özne tarafından efektif bir zaman-mekan durumunda seçilmiş her bir semantik birim dış evrene konuşma eylemi olarak yansımaktadır. Dolayısıyla X öznenin yaptığı tek şey, potansiyel olarak üretilen bütün sözcelemler arasından kendi gerekliliğine uygun bir seçim yaparak X sözcelemi efektif hale getirmektir.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

PATAFİZİK AŞK


BU ÖYKÜ "BAY HOW NE YAPMALI?" ADLI ÖYKÜ KİTABINDA YER ALDIĞI İÇİN, BURADAKİ YAYININA SON VERİLMİŞTİR....

2 Temmuz 2010 Cuma

EN ŞİNUA Kİ İNYOR TU






Zamanın ötesinden sarkan bir gündü; aydınlıkla boğuşan bir karanlık bitmeye başlıyordu. Sayısız çocuk ölüsü yaşında bir adam, yüzünde işlenmiş ipeksi bir karaltıyla adımlıyordu. Eritilmiş demirden icat keskin bir kütle elinde giderek ağırlaşırken, serin bir iklimde kuşlar sonbahara hazırlanıyordu.


Müstakbel ölülerden oluşan bir kalabalığı yararak ilerledi adam; evvel zaman ağaçlarından arta kalan kanlı bir platformda attı son adımlarını. Yüzü korkuyla yıkanmış küçük bir insan duruyordu karşısında. Bir gün akşam olurken, isimsiz bir yıldız uzaklarda son kez parlarken, buğdaydan bozma sarı sıcak bir yumağa uzanan elleri yüzünden, şimdi ayrılacaktı başı gövdesinden.


Elleriyle kalabalığa emretti adam; sessizlikle ferahladı gökyüzü. Sonsuzluğa uzanan kısacık bir anda hapsedildi zaman: Adsız bir ülkede çocuğunu emzirdi bir anne; uzak coğrafyalarda derilerini değiştirdi yılanlar; umuda yolculuk ederken sırtından vuruldu bir kaçak; Amazon’da yaşlı bir ağaç kederinden yıkıldı yavaş yavaş. Ve ölümüne ağlayan bir şair ayrılırken bu dünyadan, bembeyaz bir zemine harflerle yansıyan yaşamama hükmü, keskin bir ağızla saplandı boynuna küçük insanın. Kalbinden akan kızıl sular karıştı toprağa ve gözlerinde donup kaldı tüm eşya. Yaşamaktan gelen elleri hiçbir şey hissetmeyecekti artık.


Hiçliğe karışan tüm diğer şeylerle birlikte yok olup gitti küçük insan. Zamanın ötesine uzanan bir sabah başladı ölmeye ve yüzyıllar sonra ölmeye devam ediyor hâlâ.

(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)

27 Ocak 2010 Çarşamba

ÖTEKİ DENEYİMİ OLARAK EDEBİYAT


Sanatsal bir etkinlik olarak edebiyat, ben ve öteki arasında bir geçişim sistemi şeklinde tanımlanabilir. Bu sistem, bir metinde sembolik bir devinim sergileyen ötekide barınan bir olasılık üzerinden kendini var eder. Bu süreçte, bir okur olarak ben, edebi etkinliği koşullandıran, bu etkinliği karşılayan, anlamlandıran, yazma eylemini edebiyata ve yazı yazan kişiyi yazara dönüştüren bir etken olarak ortaya çıkar. Ben, öteki üzerinden metne yansır ve okuma eylemiyle bu yansımayı keşfetmeye çalışan bir okura dönüşür.

Yazma etkinliğinde devreye giren ilk unsur, söylem-dışı alanda bulunan içeriktir. İçerik yazıyı önceller ve yazı bu içeriğe yönelik bir temsiliyet sistemi olarak ortaya çıkar. Yazar bir iletim etkeni olarak devreye girer ve bu sisteme işlerlik kazandırır. Yazarın söylem-dışı olarak bulunan içeriğe verdiği tepkiler bağlamında yazı denilen ürün oluşur; bu süreçte yazar, söz konusu içeriği spekülatif düzlemde yorumlayıp kendi düşünce aynası üzerinden yansıtarak söylem alanına taşır.

Yazar ortaya çıkan yazı kadarıyla vardır; ve yorum alanı bu varlığa dahildir. Bu açıdan bakıldığında, yazıyı var eden içeriğin niteliği yazarı “şekillendirir” yani içeriğe karşı verdiği tepkiler onun yazarlığını belirler. Yazarlık niteliği, onun bedeninde provoke edilen tepkilerle kendini var eden yazının söylem-dışı olarak bulunan içeriği temsil etme düzeyi ve biçimiyle doğru orantılıdır. Ancak, henüz okurun olmadığı bu edebiyat-öncesi evrede yazı, kendi üzerine dönen bir etkinliktir; dolayısıyla burada edebiyattan ziyade, salt bir yazma eylemi söz konusudur. Ve okurun devreye girmesiyle, yani yazar ve okur ikilisinin kaçınılmaz karşılaşmasıyladır ki, yazma eylemi edebiyata dönüşür. O halde, böyle bir dönüşüm için, gerçek ya da gizil bir okurun varlığı kaçınılmazdır. Okurun varolma biçimiyse, onun, bir metinde kendini okuma isteği veya beklentisiyle belirlenir.

Edebiyat bir ötekilik deneyimidir. Ben, oluşturulan metinler aracılığıyla kendi potansiyelini okur. Bu gizil okuma sembolik bir öteki ya da ötekiler üzerinden gerçekleşir. Zira birer olasılık olarak bütün ötekiler, gizil olarak benin bedeninde yer ederler; ben bütün ötekileri kendi içinde taşır. Bu durumda öteki, ben için yalnızca bir olasılık haline gelir. Olası bütün eylemler onun bedeninde gizil olarak kodlanmıştır. Edebiyat, bu gizilliğin okurun gözünde sembolik olarak gerçekliğe dönüştüğü alandır.

Okurun ilişkilendiği her bir edebi metinde, öteki olgusal bir varlık olarak mevcuttur. Bu açıdan bakıldığında, her edebiyat metni gizil olarak belirli bir beni yani şu veya bu okuru temsil etme olasılığını içinde barındırır. Kişiyi bir okur haline getiren şey, onun bu olasılığı yakalama beklentisidir. Okur, niteliği ne olursa olsun beklediği karşılığı bulabildiği yani tatmin olduğu ölçüde metinle özdeşleşir; aksi durumda, aradığını bulamayan okur tatminsizliğini ilan eder ve metinden uzaklaşır. Okurun beklentisinin yanında ve ona karşılık olarak, yazar da öteki üzerinden okura yönelir; kurgusal olarak oluşturduğu sembolik yapı aracılığıyla gizil bir okura seslenir. Beklenti ve yönelim birbiriyle örtüştüğündeyse, kendini okuma gerçekleşir.

Okur bir metinde kendi izini farklı şekillerde sürebilir. Bunu yaparken, doğrudan doğruya kendi gerçekliğini veya gerçeksiliğini okuyabilir ya da öteki üzerinden kendini bir olasılık olarak sunabilir. Okuma deneyimi içerisinde birbirinden farklı kimliklerle yaşar, kılıktan kılığa girer ve kendisine en uygun giysiyi bulana dek metnin içinde dolaşır durur: Okurun potansiyeli onun olmak istediği şeydir aynı zamanda. Fakat okurun metinde kendini okuma biçimi sadece duygu, düşünce ya da genel olarak kişilik düzeyinde özdeşleşme veya benzeşmeyle sınırlı değildir. Onaylamadığı bir karakter ya da bir olay üzerinden de kendini keşfedebilir. Bir kişilik ya da bir durumla kendi gerçekliği arasında oluşan karşıtlık, kendi kişisel tutumunun bir yönü olarak ortaya çıkabilir. Böylelikle okur, sembolik olarak inşa edilen bir öteki üzerinden, yokluk kipinde kendi potansiyel-olmayışına tanıklık eder. Bu onun olamayacağı kişiliktir. Okur, yaptığı her bir olumsuzlamada ayrı bir kendi-olmayışı deneyimler. Bunun yanında okur, geliştirdiği yansız bir tutumla, her seferinde ayrı bir öteki-oluşu gözlemler ve böylelikle ötekiye dair yorum alanı genişler.

Bunun da ötesinde, olgusal olarak öteki, açık veya gizil bir biçimde beni karşılayan bir öteki-kişi ile sınırlı değildir. Okuma eylemi, ötekiyi dolayımlayan bir nesneye, bir olgu ya da olaya yönelebilir. Ancak, bu dolayımın art alanında kristalleşen bir ben şu veya bu şekilde söz konusu olduğundan, bu gerçekleşme biçimi de ben-ve-öteki şeklindeki temsiliyet alanına dahildir. Dolayısıyla okur, şu veya bu şekilde, bu temsiliyet alanında kodlanan beni çekip çıkarma olanağını elinde bulundurur.

Hiç kuşkusuz, bir metnin içeriği okurun temel yönelmişliğini oluşturur. Bununla birlikte, okur bu içeriğe belirli bir üslup üzerinden ulaşır. Yazarın üslubu okurun doğrudan doğruya kendini ya da bir öteki olarak kendi potansiyelini okuma biçimini belirler. Güzel ve etkileyici bir anlatım, okurun kendini okuma beklentisine karşılık ararken elde ettiği tatmini estetize eder. Bu etki okurun kendi beğeni dağarcığını şekillendirmesine katkıda bulunur, ki bu da yine onun potansiyelidir. Böylelikle, içeriğin yanında, oluşturulan metin salt bir sanatsal ürün olarak da okur için değer kazanır. Okur kendi-olmayışa tanıklık ederken ya da salt öteki-oluşu gözlemlerken de aynı durum geçerlidir. Sonuç olarak okur, yaşadığı deneyim ister olumlayıcı ister olumsuzlayıcı düzeyde olsun, ötekiye dair sembolik bir sunum üzerinden kendi sempati dünyasında yeni boyutlar keşfeder ya da bunu geliştirme olanağına sahip olur.