2 Temmuz 2010 Cuma

EN ŞİNUA Kİ İNYOR TU






Zamanın ötesinden sarkan bir gündü; aydınlıkla boğuşan bir karanlık bitmeye başlıyordu. Sayısız çocuk ölüsü yaşında bir adam, yüzünde işlenmiş ipeksi bir karaltıyla adımlıyordu. Eritilmiş demirden icat keskin bir kütle elinde giderek ağırlaşırken, serin bir iklimde kuşlar sonbahara hazırlanıyordu.


Müstakbel ölülerden oluşan bir kalabalığı yararak ilerledi adam; evvel zaman ağaçlarından arta kalan kanlı bir platformda attı son adımlarını. Yüzü korkuyla yıkanmış küçük bir insan duruyordu karşısında. Bir gün akşam olurken, isimsiz bir yıldız uzaklarda son kez parlarken, buğdaydan bozma sarı sıcak bir yumağa uzanan elleri yüzünden, şimdi ayrılacaktı başı gövdesinden.


Elleriyle kalabalığa emretti adam; sessizlikle ferahladı gökyüzü. Sonsuzluğa uzanan kısacık bir anda hapsedildi zaman: Adsız bir ülkede çocuğunu emzirdi bir anne; uzak coğrafyalarda derilerini değiştirdi yılanlar; umuda yolculuk ederken sırtından vuruldu bir kaçak; Amazon’da yaşlı bir ağaç kederinden yıkıldı yavaş yavaş. Ve ölümüne ağlayan bir şair ayrılırken bu dünyadan, bembeyaz bir zemine harflerle yansıyan yaşamama hükmü, keskin bir ağızla saplandı boynuna küçük insanın. Kalbinden akan kızıl sular karıştı toprağa ve gözlerinde donup kaldı tüm eşya. Yaşamaktan gelen elleri hiçbir şey hissetmeyecekti artık.


Hiçliğe karışan tüm diğer şeylerle birlikte yok olup gitti küçük insan. Zamanın ötesine uzanan bir sabah başladı ölmeye ve yüzyıllar sonra ölmeye devam ediyor hâlâ.

(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok: