18 Ekim 2012 Perşembe
8 Haziran 2012 Cuma
RÜYALAR, MESSIER, NAPOLYON…
Rüyalar insanda barınan başka bir benliğin hayatı gibidir. Bizler
uyuduğumuzda içimizde bir başkası uyanır ve gündelik varlığını sürdürür. Var
olduğumuz süre boyunca gördüğümüz bütün rüyalar, içimizde devinen o kişinin
yaşam öyküsünü oluşturur. Onun yaşamı bizim için yalnızca sonuçsuz bir rüya olsa da...
Büyük Moğol İmparatorluğu, küçük bir çocuğun gördüğü bir düşten
doğmuştur. Cengiz Han hükümdar olduğunda, henüz 12 yaşında toy bir
delikanlıyken gördüğü bir düşün peşinden koşmuştur hep. Düşünde devasa bir
kartalın sırtında gökyüzünde süzülürken gördüğü bereketli topraklar ve
birbirinden güzel yılkılar onu büyülemişti. Hükümdarlığı süresince fethettiği
her bir toprak parçasıyla düşlerindeki imparatorluğu kurduğunda, hayal ve
gerçek bir bütün olmuştu artık.
Freud psikanaliz yöntemini inşa ederken, mitlerden olduğu gibi
yaşanmış tarihsel olaylardan ve gerçek tarihi kişiliklerden de yararlanmıştı.
Rüyalar üzerinde çalışmalar yaparken, kendi teorileri için bir uygulama olarak
ilginç bir tür deney gerçekleştirmişti. Ünlü tarihi kişiliklere ait yaşam
öykülerine spesifik bazı rüyalar enjekte etti ve rüyaların kişilikler ve
kişisel kararlar üzerindeki etkilerinden yola çıkarak tarihsel olayların nasıl
bir gelişim izleyebileceğini bulmaya çalıştı. Moğol hükümdarı Cengiz Han bu
deneyde Freud’un deneklerinden biriydi. Freud bu hükümdarın geleceğini
şekillendiren ve yukarıda bahsettiğimiz rüyayı onun yaşam öyküsünden çıkardı ve
yerine tamamen farklı yönde bir rüya ikame etti. Bu rüyada genç Cengiz Han,
gelecekte hükümdar olduğunda yakın bir aile bireyi tarafından ihanete
uğrayacağını ve hükümranlığının son bulacağını görüyordu. Ancak bu kişinin kim
olacağı konusunda herhangi bir ipucu yoktu.
Freud’un deneyden elde ettiği sonuç yeni bir tarih ortaya çıkardı.
Buna göre Cengiz Han, ona büyük bir imparatorluk kurma ilhamı veren rüyadan
yoksun kaldığında, geleceğe dair öngörüleri kısırlaşmış ve anlık kişisel
hırslarla hareket eden vasat ve dengesiz bir hükümdar olup çıkıyordu. Büyük bir
imparatorluk kurmak şöyle dursun, ihanete uğrayacağı yönündeki saplantısı
yüzünden, hükümranlığı sırasında aldığı yanlış ve fevri kararlar Moğol ülkesini
kısa sürede yok olmanın eşiğine getiriyordu; kendi korkusunun kurbanı olan
Cengiz Han sonunda onursuz bir şekilde ölüyor ve sorunlu bir kişilik olarak
tarihe geçiyordu.
1792 yılında, Fransız Devrimi tüm ateşiyle sürerken, genç bir şair olan
Jean-François Messier, eski bir kraliyet hapishanesindeki hücresinde,
geleceğinden ümidini kesmiş bir halde geçmişiyle yaşama tutunmaya çalışıyordu.
Kısa zamanda Devrime karşı işlediği suç sabit görülecek ve idama mahkum
edilecekti. Ancak, hapiste kaldığı kısa süre içerisinde, yaşadığı trajedi
dramatik bir başarı öyküsüne dönüşmüş ve bir zamanlar yazmayı düşlediği en
güzel şiirleri ancak dört duvar arasında kaldıktan sonra yazabilmişti. Freud’a
göre bu durum kastrasyon kompleksinin bir tür uzantısı ya da farklı bir
versiyonuydu. Ölümü bekleyen genç şair, yaşamıyla birlikte sanat serüveninin de
çok erken bir noktada sonlanacağı gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında, sanatçı
ve şair kimliğinin iğdiş edilmesi korkusunu bir tür panik duygusu içerisinde
derinden hissetmişti. Sıradan şiirler yazmanın ötesine geçememiş vasat bir şair
olarak ölmenin, hiç hatırlanmayacak olmanın verdiği korku.
Moğol hükümdarıyla genç şair Messier’i birleştiren nokta ise, bir
rüyadan kaynaklanan hayali ölüm korkusu ile idam şeklinde gerçek bir ölüm
korkusunun yarattığı zıt yönde iki farklı etkidir. Cengiz Han, gerçek hayatta
saplantıya dönüşen bir rüyadan dolayı düşsel bir ölümü gerçeğe dönüştürüp kendi
yıkımını yaratırken, Messier kesinleşmiş bir ölüm hükmünü verimli bir yatırıma dönüştürmüş
ve edebiyat tarihinde iz bırakan bir şair oluvermişti. Freud, Cengiz Han’ın
rüya karşısında verdiği tepkinin tanatomani niteliği taşıdığını düşünüyor ve
oldukça çarpıcı bir noktaya dikkat çekiyordu: Cengiz Han soyut bir rüyanın
etkisiyle somut bir ölümden korkuyordu; Messier ise somut bir ölümü karşılamaya
hazır olduğu halde, soyut bir ölümü yani edebiyat ve sanat bağlamında Messier isminin ölümünü büyük bir dehşet
duygusuyla karşılıyordu.
Napolyon Bonapart Sainte-Helene adasındaki küçük krallığına
hapsedildiğinde, yaşadığı büyük çöküntünün en önemli nedenlerinden biri de onun
Tanrı karşısında duyduğu büyük hayal kırıklığıydı. İktidarının ilk dönemlerinde
Kilise’yle arasına net bir mesafe koyan Napolyon ilerleyen yıllarda dinin
politik avantajından yararlanması gerektiğini anlamıştı. Vatikan’ı kısa sürede
yanına çekerek kendisini Hıristiyanların imparatoru ilan etmesine rağmen,
bununla yetinmeyeceğini biliyordu. Sainte-Helen’de yazdığı anılarından
anlaşıldığı kadarıyla, Tanrı’nın yeryüzü krallığını kurmak için yola çıkmıştı
ancak Tanrısı onu yarı yolda bırakmıştı.
Burada cevaplanması gereken önemli bir soru ortaya çıkıyordu.
Hükümranlığının ilk yıllarında Kilise’den uzak duran ve hatta Kilise’yi kendi
iktidarı için gereksiz bulan bir kişinin daha sonra Tanrı’nın krallığını kurma
yolunda kendisini feda edişinin nasıl bir açıklaması olabilirdi? İlk bakışta bu
durum yine politik bir manevra gibi görülebilir; ancak Napolyon anılarında
bunları ifade ederken oldukça samimiydi ve içten bir üzüntü duyuyordu. Rüyalar
üzerinde çalışmalar yapan bir başka isim olan Amerikalı psikanalist Bertram
Lewin’e göre bu durumun muhtemel tek bir açıklaması vardı. Napolyon Bonapart
büyük olasılıkla gördüğü bir rüyanın etkisiyle kendi iktidarına yeni bir anlam
kazandırmıştı ve dünya imparatoru olma yolunda kurduğu düşler Kilise’yle
aralarında oluşan bağla birleştiğinde, kendi eylemleri için aşkın bir amaç
ortaya çıkmıştı. Böyle bir rüya görmesine neden olan şeyse, gerçekleştirmeye
çalıştığı ideallere duyduğu inancın kendi içinde yarattığı güçlü telkinler
olabilirdi. Ancak Napolyon’un iktidarının ilk dönemine ilişkin anılarında bu
yönde net bir ifade yer almaz; Lewin’e göre bunun nedeni, Napolyon’un, kesin
bir başarı olmadan kendini bir tür Mesih ilan etmesinin yaratabileceği
sakıncalar konusunda duyduğu endişeydi. Bununla birlikte, Napolyon anılarında
bir yerde şöyle diyordu: “Zafere giden yolda bana yapılan büyük ihanet…”
Elbette ki, böyle bir sözün birçok şekilde yorumlanabileceği aşikârdır.
Nihayetinde Lewin’in açıklamaları da bir yorum olmanın ötesinde bir iddia
taşımaz.
Bununla birlikte Lewin açıklamalarını şöyle bir sonuca bağlar:
Napolyon, Tanrı’nın yeryüzü krallığını inşa eden kurtarıcı Mesih olamamıştı;
fakat buna karşın, Tanrısı tarafından terk edilen ikinci bir İsa olduğunu
derinden hissetmişti ve bu durum, yaşadığı derin çöküntünün son derece dramatik
bir nitelik kazanmasına neden olmuştu.
Annabel Martin rüyalar hakkında şöyle der: Rüyalar gerçekliğin
barındırdığı birer olasılıktır; yaşam bir olasılığın gerçekleşmiş halidir.
İnsan bilinmeyenler karşısında daima taviz verir.
(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)
25 Mayıs 2012 Cuma
IŞIK, EDEBİYAT, OVIDIUS, WITTGENSTEIN, VS.
Gözler ışık yordamıyla oluşmuş mekanizmalardır. Kadim Mısır uygarlığından bu yana bilinen bir gerçektir bu. Her türlü sıfatlardan yoksun canlılar için ışık gözden önce gelir; fakat insan söz konusu olduğunda, görme eyleminin niteliği bakımından, ışığın varlığı gözlerin oluşumunu takip eder. İnsanı insan yapan özsel şey onun içinde ışıktan önce gerçekleşir; ancak bu öz yalnızca ışık sayesinde gün yüzüne çıkar.
Varlığın dışa açılımı olarak ışık ve görme eylemi resim sanatında
kendini en açık biçimiyle ortaya koyar. Klasik resim sanatı bütünüyle bir ışık
oyunudur denilebilir. Perspektifin kanonik niteliğinden dolayı, bu resim
anlayışında ışık vizyonun ve öze yönelik algılamanın neredeyse tek aracı
konumundadır. Perspektifin terk edildiği ve soyut olanın öne çıkarılıp
yüceltildiği XX. Yüzyıl resim sanatında ise, eserlerdeki vizyonu gerçekleştiren
maddi ışık insan zihnindeki ışıkla birleşir ve bunun sonucunda iki boyutlu bir
algılama ortaya çıkar. Maddi ışık kodlanmış parçalara ayrılırken, zihindeki
ışık bu kodların çözüldüğü alan haline gelir.
1941 yılında, eski bir sanat öğrencisi olan Adolf Hitler, kuzey Avrupa’ya yaptığı gizli bir gezi sırasında, bir yandan Rusya’ya yapacağı saldırının planları üzerinde çalışırken, bir yandan da bir tuval üzerinde uygulanan renkler arasındaki farklılığın görme düzeyi ve niteliği üzerinde ne derece etkili olduğu yönünde araştırmalar yapıyordu. Bulduğu sonuç şöyle bir yargıya dayanıyordu: Renk farklılıkları önemli bir faktör olmakla birlikte, renk alanlarının niceliksel özellikleri algılama ve tepki oluşturma süreçlerinde birincil bir faktördür. 1943 yılında Nazi orduları gerilemeye başladığında, Hitler ulaştığı bu yargının ne denli doğru olduğuna acı bir deneyimle tanık olmuştur. Onu böylesine bir yıkıma götüren en önemli hatalardan biri, resim sanatıyla ilgili olarak fark ettiği bu gerçeği savaş alanlarına uygulamakta yetersiz olması ve çoğu zaman tereddüt içinde kalmasıydı.
17. yüzyılın başlarında Floransa’da İspanyol kökenli bir edebiyatçı
yaşamıştır. Publius Ovidius ismiyle anılan ve yaşadığı dönemde olduğu
gibi bugün de pek bilinmeyen bu edebiyatçının gerçekte kim olduğu konusunda
büyük bir belirsizlik söz konusudur. Onu bizim için önemli kılan şey ise
edebiyat ile ışık ve görme eylemi arasında kurduğu ilişkidir. Ovidius yazma
eylemini ışıkla kurulan bir ilişki olarak tanımlamıştır. Edebiyat, ışık
aracılığıyla mürekkep ve kağıt biçiminde somutlaşan dış dünyanın yazı formunda
ikinci kez somutlaşmasından ibarettir. Bu somutlaşma dünyaya yeni bir biçim
kazandırır ve bu yeni biçim edebiyat ve sanat denilen, çağrışımlara ve
dolayımlanmış göndergelere dayanan bir açımlama yöntemi olarak ortaya çıkar.
Bunun sonucunda edebiyatçı, ışığın açılımları olan sonsuz varyasyonlar
üzerinden dış dünyayı kavrar ve bir başka ışık oyunu olan yazı biçiminde kağıda aktarır.
Ovidius’un yazdığı metinler bu edebiyat anlayışı için birer uygulama
alanıdır diyebiliriz. Günümüze ulaşan sınırlı sayıdaki yazıları arasında, “Adium” adını taşıyan metinde bunu açıkça
görürüz:
Julius başını kaldırıp etrafına bakındı, denizin ortasında bir kaya üzerinde oturuyordu. Uzaklarda gökyüzüne yansıyan insan suretleri gördü. Her şeyden habersiz, sevinç ve kedere gark olmuş suretler. Julius başını eğdi, eliyle denize dokundu ve gördüklerini yazdı suya. Tanrı ona ışık bahşetmişti…
Julius başını kaldırıp etrafına bakındı, denizin ortasında bir kaya üzerinde oturuyordu. Uzaklarda gökyüzüne yansıyan insan suretleri gördü. Her şeyden habersiz, sevinç ve kedere gark olmuş suretler. Julius başını eğdi, eliyle denize dokundu ve gördüklerini yazdı suya. Tanrı ona ışık bahşetmişti…
Ovidius’un diğer metinlerinde aynı anlayışın farklı alanlara
uygulandığını görürüz. Dahası, anlattığı şeyler gibi yazdığı metinler de ışık
ve vizyonla varolmuştur. Bu türden bir yaratımın izlerine Ovidius’tan önce de
rastlamak mümkündür. Antik Yunan metinlerinde benzer bir yaklaşımı yansıtan
dizelerle karşılaşırız. Çok sonraları Dante’de de bu durum çarpıcı bir örnekle
ortaya çıkar. “Tanrı ışığıyla dokunmuştu
insanlara ve ozanlar onlara bakıp ağıtlar yaktılar.” Ancak burada
düşünülmüş bir yaratımdan ziyade, Ovidius’un edebiyata dair teorik yaklaşımıyla
örtüşen bir durum söz konusudur denilebilir. Ovidius varolan ama bilinmeyen bir
şeyin teorisini oluşturmuştur.
Lord Byron’un henüz çocuk denebilecek bir yaşta yaşadığı bir deneyim
onun neden edebiyata ve şiire yöneldiğine dair ipuçları taşır. Güneşli bir
günde yeşilliklere uzanıp gökyüzünü seyre dalar genç Byron; bir müddet sonra
güneşin keskin ışıkları altında hiçbir şey göremez hale gelir. Ovidius’un aksine
Byron için ışık varoluşu aydınlatan bir güç değil, tam tersine varlığı karartan
bir göz bağı haline gelmiştir. Byron’un kimi şiirlerinde karşımıza çıkan bu
tema böyle bir keşfe dayanır. Karmaşanın, sahteliklerin ve yapay ilişkilerin
hakim olmaya başladığı bir dünyada, bütün bunların kaynağı ve nedeni olan
insanlık denen olgu bireyin üzerine bir ağırlık gibi çöker; onun dışarıya
açılan yanlarını kırıma uğratır, niteliksizleştirir, soysuzlaştırır. “Gündüz vakti nasıl da kararıyor ortalık,
insanlar her yerde.” İnsanlara dokunan ışık onları görülür kılar; ama
insanların kalabalıklaşmasıyla birlikte yaşadıkları dünya kararmaya
başlar.
Edebiyat tarihinde, ister bilinçli ister kendiliğinden olsun, ışık,
ışıktan yoksun oluş ya da ışığın görünümleri üzerinden farklı boyutlarda
tezahür eden gerçekleşimlere dair pek çok örnek bulmak mümkündür. 19. yüzyılın
büyük edebi şahsiyeti Victor Hugo’nun yaptığı ve onun pek az bilinen bir yönünü
ortaya koyan çizimlerde bu durumun bir başka versiyonuna tanık oluruz. Hugo görmeyle
ilgili bir rahatsızlıktan muzdariptir; renk ve şekillerin algılanmasıyla ilgili
bir rahatsızlık. Ama yaşadığı bu sağlık sorununa rağmen tedavi olmaya veya
gözlük taşımaya yanaşmaz. Ona göre, görme yetisindeki bu rahatsızlık aslında
yazdığı metinlere ve yaptığı çizimlere özgün niteliklerini veren avantajlı bir
durumdur. Varolan şeylerle onların algılanması sürecinde yaşanan bir bozukluğun
neden olduğu öznel görünüm arasındaki farklılığın yarattığı bir özgünlük söz
konusudur. Hugo’nun çizimlerinde hakim olan koyu renkler ve belirsiz formlar
bunun bir sonucudur ve çizimlerindeki bu özellikler yazdığı eserlerde de benzer
bir etki oluşturur.
Son olarak, Avusturyalı ünlü felsefeci Wittgenstein’ın bu konuyla
ilgili olarak, Kesinlik Üzerine adlı
eseri için Edebi Mantık ve Vizyon İlişkisi
alt başlığıyla kaleme aldığı bir yazıya değinmek faydalı olacaktır.
Wittgenstein son derece ilginç bir varsayımdan yola çıkarak edebiyat tarihini
bir bakıma yeniden tasarlamaya çalışır. Işık, görme ve edebiyat arasındaki ilişkiyi
farklı bir bağlamda kurgular ve bunu edebiyata damgasını vurmuş ünlü yazarların
çalışmalarına uygular. Burada şu soruya cevap bulmayı hedefler: Farklı bir ışık
yoğunluğunun olduğu bir dünyada, insandaki görme eylemi farklı bir şekilde
gerçekleştiğinde, bu durum bugün okuduğumuz edebi eserlerin oluşumunu nasıl
etkilerdi?
Wittgenstein’ın vardığı ilk sonuç, edebi eserlerde miktar, hacim ve
tematik içerik açısından belli bir azalma olacağı şeklindedir. Buna paralel
olarak, aynı türden konuların daha fazla yazar tarafından ve daha farklı
biçimlerde ele alınacağını öngörmektedir. Ancak, beklenenin aksine, eserlerdeki
ayrıntılarda azalma veya basitleşme olmayacak, tam tersine, oluşan vizyonun
niteliği itibariyle, çağrışım ve illüzyonlar yoğunlaşacak ve bunun sonucunda,
kesinlik duygusundaki farklılaşma nedeniyle ayrıntılar alabildiğine
çoğalacaktır. Her halükarda, alışık olduğumuzdan çok farklı bir edebiyat
yaratımıyla karşı karşıya olacağımız söylenebilir rahatlıkla.
Edebiyat ve sanat üzerine pek çok şey söylenebilir. Ve söylenen her
şey biraz da ışıkla ilgilidir aslında. İnsan sadece görmek için değil, anlatmak
için de ışığı kullanır.
(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)
(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)
7 Şubat 2012 Salı
KAPİTALİZM ve ŞİZOFRENİ (Gilles Deleuze)
Kapitalizm ve şizofreni, flüksler (akışlar), kodlar, psikanaliz vs.
Metin bant çözümlemelerinden oluşuyor. Kesik, yarım ya da anlamsız girünen ifadeler bundan kaynaklanmaktadır.
Çeviri: Özcan Doğan
Nedir bir toplumun bedeninin üzerinden geçen? Flüksler, daima flüksler; ve kişi de bir flüks kupürüdür her zaman. Bir kişi bir flüks üretimi için bir çıkış noktasıdır daima, bir flüks alımı için bir varış noktasıdır, herhangi bir türden bir flüks; ya da birçok flüks için bir kesme, bir engellemedir.
Bir kişinin saçları varsa, bu saçlar bir çok aşama geçirebilir: bir genç kızın saç şekli evli bir kadınınkine benzemez, dul bir kadının saç tarama şekline benzemez: tam bir saç şekli kodu vardır. Kişi, bu saçları taşıdığı şekliyle, kendisini geçen, kendi durumunu aşan saç flükslerine göre kendisini tipik olarak bir engel şeklinde gösterir, ve bu saç flükslerinin kendileri de kodlanmışlardır, çok farklı kodlara göre: dul kadının kodu, genç kızın kodu, evli kadının kodu, vs. Kodlamanın ve territoryalleştirmenin, temel araç olarak flüksleri kendisiyle kodlamak olan temel sorunu budur finalde: kişileri damgalamak, işaretlemek, (çünkü kişiler flüksleri engellemekte ve kesmektedirler, flükslerin kesilme noktalarında yer almaktadırlar).
Fakat, kişileri damgalamaktan çok –kişileri damgalamak görünürdeki yöntemdir-, kodlamanın daha derin bir fonksiyonu vardır, yani: bir toplum sadece bir şeyden korkar: tufandan. Bir şeylerin eksik olmasından korkmaz, yokluktan, kıtlıktan korkmaz. Onun üzerinden, onun sosyal bedeni üzerinden bir şeyler akar, ama biz bunu bilmeyiz, kod, kural olmayan ve hatta o topluma göre kodlanamaz gibi görünen bir şeyler akar. Akıp o toplumu bir tür deterritoryalleştirmeye sürükleyecek olan, toplumun üzerine yerleştiği toprağı dağıtacak olan bir şey: bu bir felakettir o halde. Yıkılan, yok olup giden bir şeyle karşılaşıyoruz ama bunun ne olduğunu bilmiyoruz, hiçbir koda uymuyor, kodların altından kaçıp gidiyor; ve bu, uzun zamandan beridir, her zaman kod-benzerleri bulduğuna inanan kapitalizm için de doğrudur bu açıdan, buradaki, kapitalizmdeki ünlü telafi gücü dediğimiz şeydir –kapatmak, telafi etmek dendiğinde kastedilen şudur: bir şeyin kapitalizmden kaçıyor göründüğü, bu kod-benzerlerinin altından geçip gidiyor gibi göründüğü her seferde, kapitalizm tüm bunları tekrar damgalar, üstelik bir aksiyom ekler ve mekanizma yeniden hareket etmeye başlar; 19. yüzyıldaki kapitalizmi düşünün: bir flüks merkezinin ortaya çıktığını görür kapitalizm, bu tam tabiriyle bir işçiler flüksüdür, proletarya flüksüdür. Peki, nedir böyle ortaya çıkan şey, böyle korkutucu bir şekilde akıp giden ve dünyamızı sürükleyen, nereye gidiyoruz? 19. yüzyılın düşünürlerinin, özellikle Fransız tarih ekolünün ilginç bir tepkisi olmuştur: 19. yüzyıl ilk kez sınıf terimleriyle düşünülür, teorik sınıf kavramını icat eden ve bunu açık bir şekilde kapitalist kodun temel bir parçası olarak ortaya çıkaran onlardır yani: kapitalizmin meşruiyeti şurdan gelir: aristokrasiye karşı bir sınıf olarak burjuvazinin zaferi.
Saint Simon, A. Thierry ve E. Quinet’de ortaya çıkan sistem, radikal bir biçimde burjuvazinin sınıf olarak algılanmasıdır, ve bunlar bütün bir tarihi bir sınıflar savaşımı olarak yorumlarlar. Tarihin bir sınıflar savaşımı olarak algılanmasını keşfeden Marx değildir, 19. yüzyılın burjuva tarih ekolüdür: 1789, evet, bu bir sınıf savaşıdır, toplumsal yapının mevcut yüzeyinde tanımadıkları şu tuhaf flüksün ortaya çıktığını gördüklerinde kör olmuşlardır adeta: proletarya flüksü. Bunun bir sınıf olduğu düşüncesi mümkün değildir, bir sınıf değildir bu o anda: kapitalizmin proletaryanın bir sınıf olduğunu artık inkar edemediği gün, kapitalizmin kendi kafasında tüm bunları yeniden kodlama anını bulduğu ana rastlar. Kapitalizmin telafi etme gücü dediğimiz şey nedir?
Bu, aksiyomatik bir tür dizge barındırdığı anlamına gelmektedir; ve tanımadığı yeni bir şeyi bünyesinde bulundurduğunda, herbir aksiyomatik dizge için olduğu gibi, bu, doymak bilmez sınırları olan aksiyomatik bir dizgedir: kapitalizm yeniden işleyişi sağlamak için artı bir aksiyom eklemeye hazırdır her zaman.
Kapitalizm 19. yüzyıldaki işçi mücadelelerinin etkisiyle ve devrimin etkisiyle proletaryanın bir sınıf olduğunu artık yadsıyamadığı zaman, sonunda bir tür sınıf çift kutupluluğunu tanıdığı zaman, bu an son derece belirsiz, anlaşılması güç bir an olur, zira bu devrimci mücadele içerisinde önemli bir andır, ancak bu kapitalist telafi için de temel bir andır: işte sana bir aksiyom daha, işçi sınıfı için ve onu temsil eden sendikal güç için aksiyomlar yaratıyorum sana, ama kapitalist mekanizma, kapitalist makina yeniden harekete geçiyor gıcırdaya gıcırdaya, gediği doldurdu bu makina. Bir diğer ifadeyle, bir toplumun bütün yapıları işin özünü oluştururlar: kodlayamayacağı ve bir yer veremeyeceği flükslerin kendisinin üzerinden, kendi bedeninin üzerinden akıp gitmesine engel olmak.
Bir şeylerin eksik olması, yokluk, kıtlık, bir toplum bunu kodlayabilir, toplumun kodlayamayacağı şey, bu şeyin ortaya çıktığı andır, ya da kendi kendine: şu herifler de kim öyle orda! dediği andır. O zaman, ilk anda, zor aygıtı harekete geçer, eğer bu kodlanamazsa, yok edilmeye çalışılacaktır. İkinci bir anda, iyi kötü bir şekilde yeniden kodlamaya olanak verecek olan yeni aksiyomlar bulmaya çalışılır.
Sosyal bir yapı şu şekilde tanımlanır elbette ki: sürekli olarak, ardı ardına gelen şeyler, flüksler üstten akar, bir kutuptan diğerine akar ve bunlar devamlı olarak kodlanmıştır, ama kodlardan kaçan flüksler vardır ve tehlikeli flükslere yer açmak amacıyla, tüm bunu telafi etmek için, aksiyomlaştırmak için, kodu yeniden biraz elden geçirmek için harcanan toplumsal çaba vardır: aniden, koda uymayan genç insanlar çıkar: önceden öngörülmemiş olan bir saç flüksü edinmeye başlarlar; ne yapacağız bu durumda? Bunu kodlanmaya çalışacağız, yeni bir aksiyom ekleyeceğiz, telafi etmeye çalışacağız, yoksa içerde kodlanmamakta direnmeye devam eden bir şeyler olacak, peki o zaman ne olacak?
Bir başka deyişle, toplumun temel hareketidir bu: flüksleri kodlamak ve ona göre kendisini kodlanamaz olarak sunan şeylere düşman gibi davranmak, çünkü bir kez daha bütün bir dünyayı, o toplumun bütün yapısını söz konusu yapmaktadır bu.
Her toplum için aynı şeyi söyleyeceğim, bizimkisi dışında belki de, yani kapitalizm; az önce kapitalizmden -tüm diğer topluluklar gibi- flüksleri kodluyormuş ve başka sorunu yokmuş gibi söz etmeme rağmen; ama belki de fazla hızlı gidiyordum.
Kapitalizmin sosyal oluşum gibi temel bir paradoksu vardır: eğer tüm diğer sosyal oluşumların korkusunun deşifre edilmiş flüksler olduğu doğru ise, kapitalizmin kendisi de inanılmaz bir şey üzerine kurulmuştur tarihsel olarak; yani, diğer toplulukların bütün korkusunu, terörünü yaratan da budur: deşifre edilmiş flükslerin varlığı ve gerçekliği ve kapitalizmin bundan kendi işini yapması.
Eğer bu doğru olsaydı, bu, kapitalizmin çok kesin bir anlamda her toplumun evrensel formu oluşunu açıklardı: negatif bir anlamda, kapitalizm tüm toplumların her şeyden çok korktukları şey olurdu ve öyle sanıyoruz ki tarihsel olarak kapitalizm ... her sosyal oluşumun sürekli başından savmaya, kaçınmaya çalıştığı şeydir bir bakıma; neden? Çünkü bu tüm diğer sosyal oluşumların yıkımı demektir. Ve kapitalizmin paradoksu, sosyal bir oluşumun tüm diğer oluşumların negatifi olan şeyin temeli üzerinde oluşmuş olmasıdır. Bu demektir ki kapitalizm, her türden deşifre edilmiş flüksler arasında bir birleşmeyle, bir karşılaşmayla meydana gelebildi sadece. Tüm sosyal oluşumların en çok korktuğu şey, tüm diğerlerini yutacak olan bir sosyal oluşumun temeliydi: tüm oluşumların negatifi olan şey bizim oluşumumuzun da pozitifliği haline gelmiş olsun; korkunç bir şey bu.
Kapitalizm deşifre edilmiş flükslerin birleşmesi üzerine hangi yönde kuruldu: her türden dekodaj1 sürecinin sonunda, feodalitenin sona ermesiyle meydana gelmiş olağanüstü çarpışmalar, olağanüstü karşılaşmalar gerekiyordu. Bu her türden dekodajlar, büyük özel mülkiyetlerin oluşumu şekli altında toprak flükslerinin dekodajına, ticari varlıkların gelişmesi şekli altında parasal flükslerin dekodajına ve istimlak şekli altında, serflerin ve küçük köylülerin topraksızlaştırılmaları şekli altında bir işçiler flüksünün dekodajına dayanıyordu. Fakat bu yetmiyor, zira eğer Roma örneğini alırsak, çökmekte olan Roma’daki dekodaj tam görünüyor: büyük özel mülkiyetler şekli altında mülk flükslerinin dekodajı, büyük özel mal varlıkları şekli altında parasal flükslerin dekodajı, kentsel alt-proletaryanın oluşumuyla işçilerin dekodajı: her şeyi bulabilirsiniz burada, hemen hemen her şeyi. Kapitalizmin unsurları burada bir arada bulunuyorlar, yalnız çarpışma, karşılaşma yoktur.
Sermayenin ya da paranın deşifre edilmiş flüksleriyle işçilerin deşifre edilmiş flükslerinin karşılaşmasının gerçekleşebilmesi için, doğmakta olan sermaye flüksü ile yersizyurtsuzlaşmış olan el emeği flüksü arasındaki karşılaşmanın, sözcüğün tam anlamıyla deşifre edilmiş para flüksü ile toprağından edilmiş işçiler flüksü arasındaki karşılaşmanın gerçekleşebilmesi için ne gerekiyordu? Gerçekte, paranın para sermaye haline gelmek için deşifre olma şekli ile işçinin sadece kendi iş gücünün sahibi haline gelmek üzere topraktan koparılma şekli: bunlar birbirinden tamamen bağımsız iki süreçtirler, ikisinin arasında bir karşılaşma, bir çarpışma olması gerekiyor.
Aslında, ticari sermayenin ve banka sermayesinin embriyo formları boyunca -çalışma flüksü, sadece çalışma gücünün özgür sahibi- gerçekleşen sermayeyi oluşturmak için paranın deşifre olma süreci ap ayrı bir çizgi boyunca gerçekleşir. Bu feodalitenin sonunda işçinin yersizyurtsuzlaştırılma çizgisidir ve bir karşılaşma olmayabilir pekala. Deşifre edilmiş ve yersizyurtsuzlaştırılmış flükslerin birleşmesi, kapitalizmin temeli budur.
Kapitalizm önceden varolan tüm sosyal territoriyalitelerin ve kodların iflası üzerine kurulmuştur.
Eğer bunu kabul edersek, neyi gösterir bu? Kapitalist mekanizmayı; tam bir saçmalık, çılgınlık bu. Deşifre edilmiş ve yersizyurtsuzlaştırılmış flüksler temelinde işleyen sosyal bir mekanizma: bir kez daha, bunun nedeni, toplulukların bununla ilgili bir fikirlerinin olmaması değildir; panik şeklinde sahiplerdi bunun fikrine; söz konusu olan bunu engellemekti (bu, o ana kadar bilinen bütün sosyal kodların alt üst olması, çökmesiydi). Peki, önceden varolan bütün toplulukların negatifi üzerine kurulan bir topluluk, böyle bir şey nasıl işleyebilir? Özü bütün flüksleri deşifre etmek ve yersizyurtsuzlaştırmak olan bir topluluk: üretim flüksü, tüketim flüksü; nasıl işleyebilir bu, hangi şekilde? Belki de kapitalizmin işlemek için, çalışmak için kodlamadan başka yöntemleri vardır, belki de bu tamamen farklıdır. Şimdiye kadar yapmaya çalıştığım şey, KAPİTALİZM-ŞİZOFRENİ ilişkisi sorununu belli bir düzeyde yeniden ortaya koymaktı. -Ve böyle bir bağıntının temeli kapitalizmle şizofreni arasındaki ortak bir şeyde bulunur: bunların tamamiyle ortak olarak sahip oldukları şey (ki bu belki de asla gerçekleşmeyecek olan, somut bir görüntüsü olmayan bir ortaklıktır) yine soyut bir ilkenin ortaklığıdır; yani her ikisi de deşifre edilmiş ve yersizyurtsuzlaştırılmış flüksleri geçirmeye, iletmeye, tutmaya ve bir noktada toplamaya devam eder.
Bunlardaki derin benzerlik budur; ama kapitalizm bizleri yaşam tarzı düzeyinde şizofren hale getirmez; ekonomik süreç düzeyinde şizofren yapar bizleri: tüm bunlar sadece bir bağ sistemiyle yürür; sözcüğümüzü söyleyelim o halde, bu sözcüğün kodlarla gerçek bir yapı farklılığı içerdiğini kabul etmek şartıyla. Aksiyomatik bir dizge gibi, deşifre edilmiş flükslerin aksiyomatik dizgesi gibi işleyen şey kapitalizmdir. Tüm diğer sosyal oluşumlar, flükslerin kodlanması ve territoryal hale getirilmesi temeli üzerinde işlemişlerdir; ve bu şekilde deşifre edilmiş ya da bu şekilde yersizyurtsuzlaştırılmış flükslerin aksiyomatik dizgesini oluşturan kapitalist mekanizma ile diğer sosyal oluşumlar arasında, kapitalizmi diğer toplulukların negatifi yapan bir yapı farklılığı vardır. Oysa şizofren, kendi tarzıyla, kendine özgü sendeleyen yürüyüşüyle, aynı şeyi yapıyor. Ve bir anlamda kapitalistten daha kapitalisttir, prolodan1 daha prolodur: flüksleri deşifre eder, yersizyurtsuzlaştırır ve o zaman, kapitalizmin ve şizofreninin yapısal özdeşlik türü oluşmuş olur.
Şizofreni kapitalist oluşumun negatifidir. Bir anlamda şizofreni daha da ileri gider; kapitalizm deşifre edilmiş flüksler bağı üzerinden işliyordu, bir şartla, şöyle ki, para flükslerini, çalışma flükslerini vesaireyi sürekli olarak deşifre ederken, onları içine alıyor, yeni bir mekanizma tipi oluşturuyordu, sonra değil, aynı anda; bu mekanizma bir kodlama mekanizması değildi, aksiyomatik bir mekanizmaydı.
Bu şekilde kapitalizm tutarlı bir sistem kurabiliyordu sonunda; deşifre edilmiş flükslerin aksiyomatik dizgesinin ve flükslerin kodlanmasının hangi noktada derin bir şekilde ayrıldıklarını söylememiz koşuluyla.
Oysa şizofren bundan fazlasını yapıyor, aksiyomlaştırılmasına izin vermiyor artık, kodlanmasına izin vermiyor (yer, alan vs. yok), territoryalleştirilmesine izin vermiyor, deşifre edilmiş flükslerle hep daha ileri gidiyor, gerektiğinde flükslere bile ihtiyaç duymuyor.
Bunlar hangi ilişki içerisinde birlikteler? Sorun burada başlıyor. Kapitalizm-şizofreni ilişkisini daha yakından incelemek gerekiyor; şuna çok dikkat etmek gerekiyor: Bu doğru mu ve hangi anlamda doğru? Kapitalizmi deşifre edilmiş flüksler temelinde, yersizyurtsuzlaştırılmış flüksler temelinde işleyen bir mekanizma, bir makina olarak tanımlayabilir miyiz? Hangi anlamda tüm sosyal oluşumların negatifidir? Buradan çıkarak, şizofreni hangi anlamda kapitalizmin negatifidir? Dekodajda ve yersizyurtsuzlaştırmada daha ileri gittiği doğru mu ve nereye kadar gidiyor? Nereye sürüklüyor, yeni bir dünyaya doğru mu, hiçbir yere mi, ya da tufana doğru mu?
Eğer psikanaliz problemleriyle ilişkilendirmeye çalışırsam, hangi yönde ve ne şekilde…(bu bir başlangıç sadece), öyle sanıyorum ki, sosyal yapı olarak kapitalizm ile süreç olarak şizofreni arasında ortak bir şeyler var. Şizofrenin kapitalizmin negatifi olarak meydana geldiğini gösteren ortak bir şeyler (kapitalizmin kendisi de geriye kalan her şeyin negatifi). Ve bu ilişki, bunu şu ifadeleri dikkate alarak anlayabiliriz şimdi: flükslerin kodlanması, deşifre edilmiş ve yersizyurtsuzlaştırılmış flüksler, deşifre edilmiş flüklserin aksiyomatik dizgesi, vs.
Psikanalitik ve psikiyatrik problemlerin bizleri hangi noktada meşgul etmeye devam ettiğini bulmak kalıyor geriye.
Marx’ın üç metnini yeniden okumak gerekiyor: birinci kitapta, artı-değerin üretimi; son kitapta, eğilimde gerileme üzerine olan bölüm; ve nihayet “Gruendisse”de otomasyon üzerine olan bölüm.
Richard Zrehen: Kapitalizm ile şizofreni arasındaki benzerlikle ilgili olarak söylediklerini anlamadım, kapitalizmin diğer toplulukların negatifi olduğunu ve şizofrenin kapitalizmin negatifi olduğunu söylediğinde, ben, şizofren kapitalizm için neyse kapitalizm de diğer topluluklar için odur diye anlardım, tersine, bu karşıtlığı kurmayacağını düşünürdüm. Şu karşıtlığı düşünebilirdim: kapitalizm / diğer topluluklar ve şizofreni / başka bir şey, üç ifadeli bir benzerlik yerine, bundan dört ifadeli bir benzerlik çıkarmayı düşünürdüm.
Cyril: Richard, kapitalizm /[ve] diğer topluluklar ile şizofrenler ve örneğin nevrozlar arasındaki karşıtlık demek istiyor.
Deleuze: Haaa, evet, evet, evet.
Flüksleri Ekonomi Politikte tanımlayacağız, bunun şimdiki ekonomistler için önemi beni haklı çıkarıyor. Şimdi, flüks bir toplulukta bir kutuptan diğerine akan ve bir kişiyle geçen bir şeydir, sadece kişiler engelleyici, tutucu oldukları ölçüde.
/Adamın tuhaf bir aksanla araya girişi.
Deleuze: Bir örnek alalım, bana diyorsunuz ki bir toplumda deşifre etme bitmez, bu kesin değil: bir topluluğun sona erdiği noktaya gelince, bir topluluğun ölümüne gelince, bir toplulukta iki şey olduğuna inanıyorum: birlikte varolan iki an vardır her zaman: her ölüm, belli bir şekilde, içerden gelir –büyük Thanatos prensibidir bu- ve her ölüm dışardan gelir; demek istediğim, her toplulukta bir iç tehdit vardır, bu tehdit deşifre olan flüksler tehlikesiyle kendisini gösterdiği için, bunda hemfikiriz. Hiçbir zaman flüks yoktur ilkin, sonra üste çıkan bir kod olur. Bu ikisi aynı anda varolurlar. Peki sorun ne, eğer Levi-Strauss’un evlilik üzerine olan çoktan eskimiş çalışmalarını yeniden ele almam gerekirse: bize şöyle diyor: bir toplumda temel nokta dolaşımdır, ve değiş-tokuştur. Evlilik, evlenme, bu değiş tokuştur, ve önemli olan bunun dolaşım halinde olması ve değiş tokuş edilmesidir. Bir kadınlar flüksü vardır o halde –bir şeyi flüks katsayıya yükseltmek sosyal bir işlemdir gibi geliyor bana, sosyal flüks işlemi; toplum düzeyinde kadın yoktur, bir koda gönderme yapan, yaş, klan, kabile gibi şeylerin koduna gönderme yapan bir kadınlar flüksü vardır, ama hiçbir zaman bir kadınlar flüksü olmaz, ve ikinci olarak da bir kod: kod ve flüks kesinlikle karşı karşıya oluşmuşlardır. İlkel denen bir toplumda evlilik düzeyindeki sorun nedir o halde: şöyle ki, kadın flükslerine göre, kod gereğince, geçmek durumunda olan bir şeyler vardır. Amaç bir tür sistem oluşturmaktır, bu hiç de Levi-Strauss’un salık verdiği gibi değildir, mantıksal bir kombinatuvar değildir hiç de, fakat territoryaliteleri olan fiziksel bir sistemdir: bir şeyler giriyor, bir şeyler çıkıyor, o halde çok iyi görüyoruz ki, fiziksel evlilik sisteminyle ilişkiye sokulduklarında, kadınlar kendilerini bir flüks biçiminde gösterirler, bu flüksle ilgili olarak, sosyal kod/kural şunu demektedir: böyle bir flükse göre, flüksten bir şeyler geçmeli, yani çıkmalı; ve bir şeyler de geçmemeli, ve üçüncü olarak da –her türden kodun üç temel ifadesini oluşturacaktır bu-, bir şeyler geçmeyi sağlamalı ya da engellemeli, bloke etmeli tersine: örneğin, anasoylu sistemlerde, herkes aynı anneden olan amcanın önemini bilir, neden? Kadınlar flüksünde geçen şey müsadeli ve hatta zorunlu evliliktir. Bir şizofren, böyle bir toplulukta, yoktur böyle bir şey, bu tam olarak bize ait olan bir şeydir, oradaysa başka şeydir bu.
Orada farklıdır bu: P. Clastres’ın incelediği çok güzel bir olay var; bilmeyen bir tip var, kiminle evlenmesi gerektiğini bilmiyor, çok uzak bir yerdeki büyücüyü görmek için deterritoriyalizasyon yolculuğunu dener. Adı Leach olan büyük bir İngiliz etnolog var, bütün tezi şundan ibaret: Levi-Strauss’un dediği gibi olmuyor bu asla, Levi-Strauss’un sistemine inanmıyor: kimse kiminle evleneceğini bilemez; Leach temel bir keşif yapmaktadır, yerel gruplar dediği şey yani, soy zinciri gruplarından ayırıyor bunu. Yerel gruplar, evlilikleri, evlenmeleri düzenleyen küçük gruplardırlar, ve bunları soy zincirlerinden çıkarmazlar: evlenme, birleşme politik verilere cevap veren bir tür stratejidir. Yerel gruplar, harfi harfine, her kast için geçen şeyleri, geçemeyecek olan şeyleri, engellenmesi, bloke edilmesi gereken şeyi ve çıkışına izin verilen şeyi belirleyen bir gruptur (sapkın eğilimli, kodlama uzmanı). Anasoylu bir sistemde engellenen şey nedir? Her sistemde engellenen şey, ensesti yasaklayan kuralların dahiline giren şeydir. Burada, kadınlar flüksünde bir şeyler bloke edilir; yani kimi kişiler diğer falanca kişilere göre evlenilebilir kadınlar flüksünden elenirler. Buna karşın, geçen [geçerli] şeyin ilk müsadeli ensestler olduğunu söyleyebiliriz: tercihli evlilik şeklindeki ilk yasal ensestler; fakat herkes bilir ki ilk müsadeli ensestler asla hayata geçirilemezler gerçekte, bu da engellenen şeye fazlasıyla yakındır yine. Görüyorsunuz ki flüks burada durmuştur, kesintiye uğramıştır, flükste bir şeyler bloke edilmiştir, bir şeyler geçmektedir, ve burada evlilikleri düzenleyen, çekip çeviren, bloke eden ya da geçer hale getiren büyük sapkınlar vardır. Aynı anneden olan amcanın hikayesinde, yenge yasaklanmış ensestin imgesi olarak bloke edilmiştir, şakadan akraba şeklinde, yeğenin yengesiyle eğlenceli bir ilişkisi vardır, amcasıyla ise bir hırsızlık ilişkisi içerisindedir, ama hırsızlık, haksızlık, hakaret, bunlar kodlanmışlardır, Malinowski’ye bakınız.
Soru: Bu yerel grupların sihirli güçleri mi var?
Deleuze: Açık bir şekilde politik bir güçleri vardır, büyücülüğe başvururlar bazen, fakat bunlar büyücü grupları değillerdir, bunlar bir köyün bir diğer köye göre ve bir klanın bir diğer klana göre stratejisini belirleyen politik gruplardır. Her kod, bir flükse göre, o flüksten bir şeyin geçişinin engellenmesini içerir. Bloke edilecektir bir şeyler, ve bir şeylerin geçmesine izin verilecektir: engelleyici olarak anahtar bir konuma sahip insanlar olacaktır, yani geçmeyi engelleyen kişi olarak, ya da tam tersine geçmeyi sağlayan kişi olarak, ve bunun ardından bu şahısların, koda göre, bazı yükümlülükleri olduğunu farkettiğimizde bütün bir sistemin nasıl yürüdüğünü daha iyi anlarız. Tüm topluluklarda sorun flüksleri kodlamak ve kaçma eğiliminde olanları yeniden kodlamak olmuştur her zaman –ilkel denen topluluklarda kodlar ne zaman kararsızlık gösterir: temel olarak kolonileştirme anında, kod orada kapitalizmin baskısından kaçtığı anda: kurallı/kodlu bir toplulukta paranın girişinin neyi gösterdiğine bakınız: bütün flüks devrelerini havaya uçurur bu. Bu anlamda, temel olarak üç tip flüks ortaya koyuyorlar: tüketilecek üretim flüksleri, prestij flüksleri, prestij nesneleri ve kadın flüksleri. Para bunun içerisine girdiğinde, felaket olur (Jaulin’in etnosid olarak analiz ettiği şeye bakın: para, Oedipe kompleksi).
Parayı kurallarına bağlamaya çalışıyorlar, böylelikle bir prestij eşyasından başka bir şey olamayacaktır bu, bu bir üretim ya da tüketim eşyası değildir, bu bir kadın değildir, fakat parayla birlikte, kabilenin yaşlılara göre daha çabuk anlayan gençleri, tüketim malları devresini ele geçirmek için bundan yararlanırlar, geleneksel olarak kimi kabilelerde kadınların elinde olan tüketim devresi. İşte genç adamlar parayla böyle ele geçirirler tüketim devresini. Artık kodlanamayan parayla, dar bir çerçevede, parayla başlarız ve parayla bitiririz. A-M-A, bunu kodlamanın kesinlikle bir yolu yoktur artık, çünkü nitelikli flükslerin yerini, özü A-M-A biçiminde sonsuz bir yeniden\üretim olan soyut bir nicelik flüksü almıştır. Hiçbir kod sonsuz üretimi kaldıramaz. İlkel denen topluluklarda şaşırtıcı olan şey borcun varolma şeklidir, ama sınırlı bir blok halinde vardır, borç sınırlıdır.
Demek ki bu alamda flüksler zamanlarını kaçmakla geçirirler, bu kodların bağıntılı olmalarını ve flüksleri kodlamalarını engellemez: şüphesiz, her taraftan kaçmaktadır bu, kodlanmasına izin vermeyen şey ise, onu da söyleyeceğiz: bu şey bir delidir, kodlayacağız onu: köy delisi, kodun kodunu yapacağız.
Kapitalizmin özgünlüğü, onun artık hiçbir koda güvenmemesidir, kod kalıntıları vardır, ama artık kimse buna inanmaz: artık hiçbir şeye inanmıyoruz: kapitalizmin üretmesini bildiği son kod faşizm olmuştur: Bu, ekonomik düzeyde bile, faşist ekonomide pazarın işleyişi düzeyinde bile yeniden kodlamak için ve yeniden territoryalleştirmek için verilen bir çabadır; burada, kapitalizmin kodu olarak işleyecek bir tür kodun yeniden yaratılması için çok büyük bir çaba görüyoruz, harfi harfine, daha önce sürdüğü şekilde devam edebilirdi bu. Kapitalizme gelince, sosyal alanı bir bütün olarak küçük parçalara ayıracak bir kod yaratmaktan acizdir, çünkü kapitalizmin sorunları kendini artık kod ifadeleriyle ortaya koymuyor; onun sorunu deşifre edilmiş flükslerin bir mekanizmasını yaratmaktır, o halde ben sadece bu anlamda kapitalizmi bilinen tüm diğer sosyal oluşumlar için bir sosyal formasyon gibi farz ediyorum. Pre-kapitalist oluşumlara denk düşen bir flüks kodajıyla deşifre edilmiş aksiyomatik bir dizge arasında yapısal bir farklılık olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa bu sadece bir varyasyon mudur? Radikal bir yapısal farklılık vardır! Kapitalizm hiçbir kod yaratamaz. Bir sisteme karşı mücadelenin o sistemin karakterize edilme şeklinden tamamen bağımsız olduğunu söyleyemeyiz: Sosyalizmin 19. yüzyılda kapitalizme karşı olan mücadelesinin artı-değer teorisinden -bu teori kapitalizmin karakteristiğini gösterdiği ölçüde- bağımsız olduğunu düşünmek çok zor.
Kapitalizmin kodları dışarda bırakan ve deşifre edilmiş flükleri aksiyomatik bir dizge içerisinde tutarak işleyişini sağlayan ekonomik bir mekanizma olarak tanımlanabileceğini farzedelim; kapitalist konumu şizofrenik konuma yaklaştırmamıza zaten izin veriyor bu.
Pratik bir etkisi olan analiz düzeyinde, parasal mekanizmaların analizi düzeyinde (neo-kapitalist ekonomistler, şizofreni bu), sadece teorinin değil fakat kapitalizmin parasal pratiğinin, onun şizoid karakterinin somut düzeyde nasıl işlediğini gördüğümüzde bunun devrimci pratik için tamamiyle farksız olduğunu, önemsiz olduğunu söyleyebilir misiniz?
Psikanaliz ve psikiyatri açısından yaptığımız tüm şeyler dönüp dolaşıp neye varıyordu? Arzu ya da bilinçaltı, pek önemli değil: Hayali ya da sembolik değil, mekanik sadece; ve isteğin mekanizmasının alanına ulaşamadığınız sürece, hayali olanda, yapısal veya sembolik olanda kaldığınız sürece, bilinçaltının üzerinde gerçek bir etki yaratamazsınız. Bunlar bütün mekanizmalar gibi kendilerini fonksiyonlarıyla doğrulayan mekanizmalardır. Doğrulamalar: “Makinalı çocuklar”ı aklından çıkaramayan ressam Lindner: Ön planda ellerinde tuhaf küçük bir makina tutan korkunç küçük çocuklar, bir tür küçük uçurtma ve onun arkasında, kamuya ait büyük, teknik bir makine; ve çocuğun küçük makinası büyüğüne bağlanmış, arka planda. Bu benim geçen yıl yetim altbilinç demeye çalıştığım şey, gerçek altbilinç, ana-babadan değil, büyük, çılgın makinalardan geçen altbilinç, zira bu makinalar büyük sosyal mekanizmalarla verili bir ilişki içindeler. İkinci doğrulama: Bir İngiliz, Niderland, Schreber’in babasını tanıyordu. Benim Feud’un yazısında karşı çıktığım şey psikanalizin adamın en derinlikli karakterini, yani sosyo-tarihsel karakterini ezen gerçek bir değirmenmiş gibi gösterilmesiydi. Schreber’i okuduğumuzda, büyük Moğolu, Arîleri, yahudileri vs., ve Freud’u okuduğumuzda, bütün bunlarla ilgili bir tek kelime bulamazsınız, sanki bu bilinen bir şeymiş gibi ve gizli kalan içeriği bulup çıkarmak gerekiyormuş gibi -Oedipe’in ebedi ana-babasını. Bütün politik içeriği, politiko-seksüel ve politiko-libidinal1 içeriği, çünkü sonuçta, Schreber baba kendini Alsas’ı bir Fransız subayına karşı savunan küçük bir Alsaslı kız gibi hayal ettiğinde, politik libido var burada. Aynı anda hem cinsel hem politiktir bu, iç içe geçmiş; öğrendiğimize göre Schreber baba bir eğitim sistemi bulduğu için çok ünlü biriymiş: Schreber bahçeleri. Evrensel bir pedagoji sistemi yaratmıştı Schreber baba. Şizo-analiz psikanalizin tersini yapardı herhalde. Aslında, ne zaman hasta Oedipe’le ya da kastrasyonla2 uzaktan yakından ilgili bir şey anlatsa, muayene edilen şizofren “yeter” derdi. Onun önemli göreceği şey şu: Schreber baba evrensel değerde bir pedagojik sistem keşfediyor, onun küçük çocuğunu pek ilgilendirmiyor bu ama dünya çapında: PAN gymnasticon. Eğer çocuğun delirinden1 baba pedagojisi sisteminin politiko-mondial boyutunu çıkarırsak, artık hiçbir şey anlayamayız. Baba yapısal bir fonksiyon değil politik bir sistem getiriyor: Ben diyorum ki libido buradan geçiyor, babadan ve anneden değil, politik sistemden: PAN gymnasticon’da mekanizmalar vardır: mekanizmasız sistem yoktur, bir sistem gerektiğinde yapısal bir mekanizmalar birliğidir, öyle ki mekanizmalara kadar gidebilmek için sistemi açmak gerekiyor. Peki nedir Schreber’in mekanizmaları: bunlar SADİKO-PARANOYAK mekanizmalardır, bir tür büyük, çılgın makinalar. Bunlar şu anlamda sadiko-paranoyaktırlar ki, çocuklara, ve tercihen de küçük kızlara tatbik edilirler.
Bu mekanizmalarla çocuklar sakinleşiyor; bu delirde evrensel pedagojik boyut açık bir şekilde kendini göstermektedir: Oğlu ile ilgili bir delir değildir bu, daha iyi bir ırkın oluşumu ile ilgili olarak yarattığı bir delirdir. Schreber baba oğlu üzerinde etki gösteriyor, baba olarak değil fakat sosyal alandaki sınırsız bir yatırımının libidinal öncüsü olarak. Delirle ilgili bir şeylerin geçmesini sağlamak için babanın burada olması artık babalık fonksiyonuyla ilgili bir şey değildir, bu kesin, fakat baba burada, aile alanı olmayan fakat politik ve tarihsel olan alana göre, bir iletim etkeni olarak hareket ediyor sadece; bir kez daha tarih adları; baba adı değil, yok.
Comtesse: Sinekler sirkeyle yakalanmaz, makinayla da.
Gille Deleuze: Schreber babanın sisteminin dünya çapında bir gelişimi olmuştur (sıkı tutunmak için kemerler). Büyük bir sosyal mekanizmaydı bu ve aynı zamanda sosyal mekanizmanın içine serpiştirilmiş küçük, çılgın sadiko-paranoyak mekanizmalarla doluydu. O halde, oğulun delirindeki şey babadır elbette ki; peki ama ne olarak işin içine giriyor? Belli bir sosyal formasyon tipinin libidinal yatırımındaki iletim etkeni olarak araya giriyor. Buna karşılık, psikanalizin dramı, libidoyu ve onunla birlikte bütün seksüaliteyi aile mekanizmasına bağlamaya dayanan sonsuz evcilleştirmedir, ve bunları biçimlendirmemiz boşuna olurdu, hiçbir şeyi değiştirmeyecektir bu, şu dar çerçevede kalırdık biz: sembolik kastrasyon, ailevi biçimleme işlevi, ebeveyn karakterler, ve bunun dışında kalan herşeyi ezmeye devam ederdik. Blanchot: “dışarıyla yeni bir ilişki türü” diyor, oysa -ki bu kritik bir noktadır-, psikanaliz kendisinin ve dışarıyla kendisinin analiz edilmesi için gelen hastanın bütün ilişkilerini ortadan kaldırma eğilimindedir. Psikanaliz tek başına bizleri yeniden territoryalleştirdiğini iddia ediyor, territoryalite üzerinde ya da en vasatından, en bayağısından bir alan üzerinde, Oedipe territoryalitesi, ya da en kötüsü, bir divan, bir sedir üzerinde. Burada psikanalizin ve kapitalizmin ilişkisini çok iyi görüyoruz: kapitalizmde flükslerin devamlı olarak deşifre edildikleri, territoryal özelliklerini yitirdikleri, yani kapitalizmin tıpkı para ürettiği gibi şizofren ürettiği doğruysa eğer, bütün kapitalist girişim yeniden yapay territoryaliteler icat etmekten ibarettir, insanları orada kayıt altında tutmak için, onları kapalı bir biçimde yeniden bağlamak için: Herhangi bir şey icat ediyoruz: HLM[kiralık konut], ev ve ardından ailenin yeniden territoryalleştirilmesi geliyor; aile, bu sosyal hücredir her şeye rağmen; o zaman, safadamı ailede yeniden territoryal hale getireceğiz (topluluk psikiyatrisi): Bütün territoryalitelerin su üstünde yüzdüğü yerde insanları yeniden territoryalleştiririz, yapay, kalıntısal, hayali yeniden territoryalleştirmeyle başlarız. Ve psikanaliz –klasik psikanaliz- ailevi territoryalleştirmeler gerçekleştirir, özellikle de delirde efektif olarak varolan herşeyi, delirde agresif olan herşeyi havaya uçurarak, yani şöyle ki, delir bir politiko-sosyal yatırımlar sistemidir, herhangi bir türde değil ama: politiko-sosyal kararlara sarılan şey libidodur: Schreber annesiyle aşk yaparken hiç de hayal görmüyor, küçük bir Alsaslı kız gibi bir Fransız subayı tarafından kendisine tecavüz edilirken hayal görüyor: Oedipe’ten çok daha derin bir şeylere bağlı bu, yani libidonun sosyal oluşumları yatırıma dönüştürme şekli, arzu yoluyla iki tür sosyal yatırım olayını ayırdetmek gerektiği noktada:
- Ön-bilinçli türden olan, gerektiğinde sınıflarla geçen sosyal çıkar yatırımları,
- Ve bunun altında, bunlarla uyumlu olmak zorunda olmayan, bilinçsiz yatırımlar, libidinal arzu yatırımları.
Geleneksel psikanaliz libidinal arzu yatırımlarını aile üçgeni içerisine hapsetti, ve strüktüralizm, Oedipe’in her taraftan ölüm çığlıkları attığı anda Oedip’i kurtarmak için yapılan son girişimdir.
Şizo-analizin görevi, ebeveynlerin bilinçaltında sadece engelleyici etken olarak hareket ettiğini, bir arzu flüksleri sisteminde, arzu mekanizmaları flüksü sisteminde iletim etkeni olarak hareket ettiğini, ve önemli olanın benim arzu mekanizmalarımla olan bilinçsiz ilişkim olduğunu bulmaktır. Nedir benim arzu mekanizmalarım ve bunlar üzerinden bu arzu mekanizmalarının büyük sosyal mekanizmalarla olan bilinçsiz ilişkisi, ki bunlarla... ve bu durumda, psikanalizi bizi yeniden territoryalleştirme teşebbüsünde tutmanın hiçbir mantığı yok. Leclaire’in son kitabındaki örneği alalım: artık yürümeyen bir şeyler var: “psikanalizin tarihindeki en temel iş, gönderge olarak ebeveynlerin odasından analitik hücreye geçmeye dayanan bir merkez değiştirme olmuştur, “bir zaman oldu Oedipe’e inandık, sonra cezbetme, baştan çıkarma gerçeğine, zaten fazla ileri gitmiyordu bu, çünkü bütün bilinçaltı evcilleştirilmişti, libidonun ana-baba-ben üzerindeki eziciliği: psikanalizin bütün gelişimi şu yönde oldu: düşün, fantezinin gerçek baştan çıkarmanın yerine, ve kastrasyonun Oedipe’in yerine geçmesi. Leclaire: “doğrusunu söylemek gerekirse, Oedipe konjonktürünün canlı özeğinin aile sahnesinden psikanaliz sahnesine geçmesi, aile kurumu düzeyinde nedenini psikanalitik olarak saptayabileceğimiz sosyolojik bir değişimle sıkı sıkıya ilişkilidir”, sayfa 30. Aile yıpranmıştır; bilinçaltı karşı çıkar ve kendisini üçgene katmak için çalışmaz artık, neyse ki analist var arayı kapatmak için.
Aile artık tam-güçlü bir gerçeğin korunmasını ve gizli tutulmasını sağlamaz. Hele şükür! deriz kendi kendimize, nihayet aileüstü bir gerçekle bir ilişki kurduk ha! Hayır! diyor Leclaire, zira ailenin yerini alan şey ve de koruyucu haline gelen şey, tam-güçlü gerçeğin açınlayıcı gizleyicisi olan şey analistin odasıdır.
Artık kendini ailende üçgenin bir parçası yapmıyorsun, oedipleştirmiyorsun, artık olmuyor, gelip divanın üstünde kendini üçgene sokuyorsun, oedipleştiriyorsun; ve aslında, diye ekliyor Leclaire: “Eğer psikanalitik divan gerçekle yüzleştirmenin gerçekleştiği yer haline gelmişse.” Gerçekle yüzleşme territoryalleştirme hareketinde (yeniden territoryalleştirme hareketinde), yersizyurtsuzlaştırma alanında gerçekleşmez, analistin divanı olan şu çürük yerde gerçekleşir. “Oedipçi sahnenin kabinenin dışına göndergesinin olmamasının, kastrasyonun analistin kabinesinin dışında bir göndergesinin olmamasının hiçbir önemi yok.” Bu, psikanalizin kapitalizm gibi, arzunun deşifre edilmiş flüksleri karşısında, deşifrenin ve yersizyurtsuzlaştırmanın şizofrenik olgusu karşısında, kendisi için küçük bir aksiyomatik dizge yaratmayı şeçtiği anlamına gelmektedir. Divan, bugünün Avrupa insanının en son yeri, onun küçük yeri.
Psikanalizin bu durumu, bütün referansları dışarda bırakan, ne olursa olsun dışarıyla bütün ilişkileri dışlayan aksiyomatik bir dizgeyi ortaya koyma eğilimindedir; ve arzunun gerçek yatırımlarını anlamaya gelince felaketi andıran bir iç hareketi gibi görünmektedir. Aileyi gönderge olarak aldığımız anda, barbat bir hale gelmişti (son yer, buna değecek olan ve kendini kendisiyle haklı çıkaracak olan divan). Daha başından anlaşılmıştı bu, isteğin ikili boyutla olan bağını kestiğimiz andan itibaren –isteğin libidinal ikili boyutu diyorum: ve bunun bir taraftan sembolik ya da yapısal herhangi bir boyutta fonksiyonel arzu mekanizmalarına indirgenemez olan arzu mekanizmalarıyla olan ilişkisi, ve şizo-analizin sorunuysa, bu arzu mekanizmalarının nasıl çalıştığını öğrenmek ve onların birilerinin bilinçaltında işlemeye başladığı düzeye ulaşmaktır, ki bu Oedipe’i, kastrasyonu, vs., havaya uçurmuş olmamızı gerektiriyor. Diğer taraftan, sosyo-politik-kozmik yatırımlarla, ki burada psikanalizin aklamalarının çok az da olsa seksüellikten uzaklaştırıldığını söylemeye gerek bile yok, zira ben diyorum ki arzu, temel cinsel formu altında, sadece cinsel yatırımlarında anlaşılabilir, ana-babaya değil de -ki bu ikincil bir şeydir- arzu mekanizmalarına dayandığı ölçüde anlaşılabilir sadece -çünkü libido arzu mekanizmalarının serbest enerjisidir- ve diğer taraftan bizim seksüel, homoseksüel ve heteroseksüel aşklarımız üzerinden anlaşılabilir.
Yatırım haline gelen şey, tarihsel bir sosyal alanın boyutlarının kupürleridir her zaman; ve elbette ki, baba ile anne bunun içinde bir rol oynuyor, bunlar arzu mekanizmalarının iletişim etkenleridirler, bir taraftan birbirleriyle ve diğer taraftan arzu mekanizmaları büyük arzu mekanizmalarıyla.
Şizo-analiz üç işlem yapmak demektir:
Yıkıcı bir iş:
Oedipçi ve kastrasyon yaratıcı yapıları havaya uçurmak; bilinçaltının kastrasyonun vs. olmadığı bir alanına varmak için; çünkü arzu mekanizmaları bunu bilmezler.
Olumlu bir iş:
Fonksiyonel olarak izleme ve analiz etme işi; yorum yapılacak bir şey yok. Bir mekanizmayı yorumlamayız, işleyişini ya da arızalarını kavramaya çalışırız, arızalarının nedenini: Oedipçi zincirdir bu, arzu mekanizmalarının içinde arızalar çıkaran divanın psikanalitik zinciri.
Üçüncü görev:
Arzu mekanizmaları sadece sosyal mekanizma yatırımları yaptıkları sürece çalışırlar. Peki bu libidinal yatırım tipleri nelerdir? ön-bilinçli çıkar yatırımlarından farklı olan, şu cinsel yatırımlar –sevdiğimiz bütün varlıklar üzerinden, bütün aşklarımız bir yersizyurtsuzlaştırma ve yeniden territoryalleştirme kompleksidir; sevdiğimiz şey melez bir şeydir daima, bir yersizyurtsuzlaştırma ve yeniden territoryalleştirme hareketidir; divanın zayıf ve isterik territoryalitesi değildir bu; ve sevdiğimiz her varlık üzerinden yatırım yaptığımız şey sosyal bir alandır, o sosyal alanın boyutlarıdır ve ebeveynlerse sosyal alanda iletim etkenleridirler.
-Jackson’un mektubuna bakın; oğluna, aylaklığı bırak da da iyi bir evlilik yap, para kazan, diyen zenci klasik bir anne. Buradaki klasik anne, anne olarak ve oedipçi arzunun nesnesi olarak mı hareket ediyor yoksa sosyal alanın belli bir tip libidinal yatırımını aktardığı kadarıyla mı hareket ediyor? Yani iyi bir evlilik yapan tip, kendisiyle aşk yaptığı şey, buradaki, deyimin en dar anlamında, bilinçsiz olarak karısı üzerinden gerçekleşir; ekonomik, politik ve sosyal bir takım süreçlerle birlikte, ki aşk daima libidonun kendisi aracılığıyla sevilen kişiden başka bir şeye ulaştığı şey olmuştur; yani, sosyo-tarihsel alanın bütün olarak bölgelere ayrılması; ve finalde bizler daima tarih isimleriyle aşk yaparız.
Bir başka anne (Jackson’un annesi) –“tüfeğini al” diyen anne, bu ikisinin belli bir sosyo-tarihsel yatırım türünde iletim etkeni olarak davranmaları, birinden diğerine bu yatırım kutbunun hayli değişmesi kendiliğinden olur; ve bir ihtimal olarak bunların faşist bir sınırda olan gerici yatırımlar olduğunu, bir diğer ihtimal olarak, bunun libidinal devrimci bir yatırım olduğunu söyleyebilirdik. Bizim aşklarımız, yine ailevi yapıda olmayan fakat tarihsel-politik yapıda olan bu yatırımların kanalları ve yolları gibidirler; ve şizo-analizin finaldeki sorunu sadece arzu mekanizmalarının pozitif olarak incelenmesi değil, arzu mekanizmalarının sosyal mekanizmaların yatırımlarını gerçekleştirme şeklinin pozitif olarak incelenmesidir, ister devrimci türden libido yatırımları yaratarak olsun, ister gerici türden libidinal yatırımlar yaratarak. Şizo-analizin alanı bu anda politika alanından ayrılır, şu anlamda ki, ön-bilinçli politik yatırımlar, kimi inceleme biçimleriyle belirlenebilir olan fakat diğer yatırım türü hakkında, yani tam olarak libidinal olan yatırımlar hakkında –ya da arzu yatırımları hakkında- bizlere henüz bir şey söyleyemeyen sınıf çıkarı yatırımlarıdırlar. Öyle ki ön-bilinçli devrimci türden bir yatırımın yerini faşist türden libidinal bir yatırım alabilir; delirin bir kutbundan delirin diğer kutbuna olan yer değiştirmelerin nasıl gerçekleştiğini, bir delirin temel olarak nasıl iki kutbu olduğunu açıklayan şey budur –Artaud’nun çok güzel bir şekilde söylediği şey: “herşeyin gizi “anarşist Heliogabaldir”, çünkü bunlar iki kutupturlar –bu bir çelişki değildir sadece, temel insanlık çelişkisidir bu, yani faşist türden bilinçsiz yatırım kutbu ve devrimci türden bilinçsiz yatırım. Bir delirde beni büyüleyen şey, ana-babanın radikal yokluğudur, iletim etkenleri olmaları dışında, bir role sahip oldukları engelleme etkenleri olmaları dışında, fakat buna karşılık şizo-analizin görevi bir delirde faşist yatırımın ve devrimci yatırımın bilinçsiz yönlerini bulup çıkarmaktır, falan noktada kayıp gider bu, ve falan noktada salınır, kararsız kalır, libidonun esas alanıyla ilgilidir bu.
Çok gerici, çok folklorik bir territoryalitede devrimci bir tohum ortaya çıkabilir (bunu hiç bilemeyiz), şizofrenik bir şeyler, delilik gibi bir şeyler, bir deterritoryalleştirme: Bask sorunu: faşizme çok şey verdi onlar, başka şartlarda olsa bu aynı azınlıklar ortaya çıkarılabilir, bu tesadüfen olur demiyorum, devrimci bir rol oynayabilir bu azınlıklar. Son derece karmaşık, anlaşılmaz bir şeydir bu: politk analiz düzeyinde öyle değildir, bilinçaltının analizi düzeyinde öyledir: nasıl oluyor bu [comment ça tourne]. (Mannoni: mahkemenin Schreber ile ilgili kararı konusunda antipsikiyatri –tamamiyle faşist bir delir). Eğer antipsikiyatrinin bir anlamı varsa, eğer şizo-analizin bir anlamı varsa, bilinçaltının analizi düzeyindendir bu, deliri her zaman mevcut bulunan kutbundan, belli bir tür libidinal yatırım içeren faşist gerici kutbundan diğer kutba doğru fırlatmak, devrimci kutba doğru, ağıt ve yavaş olsa da.
Richard: Neden sadece iki kutup?
Deleuze: Bir çok kutup yaratabiliriz, ama temel olarak tabii ki iki büyük yatırım türü vardır, iki kutup vardır. Libidinal yatırımların referansı ana-babadır, bunlar territoryaliteler ve deterritoryalleştirmelerdir, bilinçaltında bulmamız gereken şey budur, özellikle de bilinçaltındaki aşklar düzeyinde.
Doğallık düşü: arı ırkın düşü, sarkaç hareketi, ve diğer taraftan devrimci deterritoryalleştirme düşü.
Analistin divanında neler olup bittiğini sorarsanız, yine flükslerdir, anlaştık o halde, fakat burada ortaya koyduğum sorun şu olurdu: kapının altından geçen flüks türleri var, psikanalistlerin libidonun akışkanlığı dedikleri şey, kendisinin psikanalizin koduna yakalanmasına izin vermeyen çok sapkın bir libido, o halde evet, burada deterritoryalleştirme var, fakat psikanalist şöyle diyor: kontr-endikasyon.
Lacan açısından psikanalizde benim canımı sıkan şey kastrasyon inancıdır. Aile bir iletim sistemidir, bir nesilden diğerine sosyal yatırımlardır, fakat ben bunun sosyal yatırımlar için zorunlu bir öğe olduğunu hiç sanmıyorum, çünkü her şekilde, kendi başlarına büyük sosyal mekanizmaların libidinal sosyal yatırımlarını oluşturan arzu mekanizmaları vardır. Eğer deli kendi arzu mekanizmalarıyla yetinen ve sosyal yatırımlara girişmeyen kişidir derseniz, ben size uymam: her delilikte, tarihsel, politik ve sosyal alanın özgün bir türde yoğun bir yatırımını görüyorum ben, hatta donuklaştırılmış kişilerde bile. Çocuk için olduğu kadar yetişkin için de aynı derecede geçerlidir bu, daha küçük çocukluktan itibarendir ki arzu mekanizmaları sosyal alana girerler. Kendi içinde, bütün territoryaliteler deterritoryalleştirme hareketine oranla birbirlerine eşdeğerdirler, ama territoryalitelerin, tiplerinin ve fonksiyonlarının bir tür şizo-analizi vardır, ve fonksiyondan ben şunu anlıyorum: eğer arzu mekanizmaları büyük deterritoryalleştirmenin tarafında iseler, yani territoryalitelerin ötesinde isteğin yolunda iseler, eğer istemek kendini territoryallikten arındırmaksa, diyebiliriz ki her territoryalite tipinin şu veya bu türden bir mekanizmal göstergeyi kaldırma yeteneği vardır: mekanizmal gösterge bir territoryalitede o territoryalitenin bir deterritoryalleştirme yönünde gitmesini sağlama yeteneği olan şeydir. O zaman düş örneğini alıyorum, mekanizmaların rolünü açıklamaya çalışmam açısından çok önemlidir bu, psikanalizin bakış açısından farklıdır: bir uçak geçtiğinde ya da bir dikiş makinası –düş bir tür küçük hayali territoryalitedir, uyku ya da kabus deterritoryalleştirmedirler- deterritoryalleştirmelerin ve yeniden territoryalleştirmelerin sadece birbirlerine göre varolduklarını söyleyebiliriz, fakat siz, şu veya bu territoryalite üzerindeki göstergelerden muhtemel bir deterritoryalleştirme gücünü tahmin edebilirsiniz, yani o gücün desteklediği kaçan flüksleri –kaçmak ve kaçarken de kaçırmak, başkalarını değil de sistemden bir şeyleri, bir parça.
Bir territoryalitedeki mekanizmal gösterge, o territoryalitede flükslerin kaçmasını sağlarken o territoryaliteden kaçma gücünü ölçen şeydir, bu açıdan bütün territoryaliteler eşdeğer değildirler. Yapay territoryaliteler vardır, ne denli kaçarsa ve kaçarken ne denli kaçırabilirse o denli territoryallikten sıyrılır bu.
Aşklarımız, bize oranla bizleri deterritoryalleştiren ya da yeniden terriyoryalleştiren bir territoryalite üzerine kuruludurlar daima. Bu açıdan, yanlış anlaşılmalar var, ve şizo-analizin sorununu teşkil eden bütün bir yatırım oyunu: gönderge olarak aileyi almak yerine, deterritoryalleştirme ve yeniden territoryalleştirme hareketleri gönderge olarak alınıyor.
Zehren: Demek istediğim, kod ifadesini ilkel denen topluluklar için kullandın sen, oysa ki ben bunları kod terimleriyle düşünmenin mümkün olmadığını düşünüyorum, çünkü önemli bir hedef var, değiş-tokuş gerektiriyor bu, çünkü değiş-tokuş edilmesi zorunlu olan bir borç var. Onların toplumundan bizim topluma geçen şey borcun kaybolmasıdır, o yüzden şizofrenin kapitalizmin negatifi olduğunu ve kapitalizmin de ilkel toplulukların negatifi olduğunu söylediğinde sen, çok iyi görülüyor ki kaybolan şey kastrasyondur. Bu temel hedefle, kapitalizmin kastrasyonun üstünü çizerek yaptığı şeye geliyorsun. Kapitalizmde dışarda kalan şey başlangıçtaki bu hedeftir, ve Marx’ın yapmaya çalıştığı şey, borç kavramını yeniden içine sokmaktır. Bana gerici bir yatırım kutbu ve devrimci bir kutup önerdiğinde, ben diyorum ki, “devrimci” ve “gerici” kavramlarını, senin demek istediğin şeyi kabul etmeye izin vermeyen bir alanda ortaya konulmuş oldukları gibi alıyorsun sen zaten.
Kupürü kullanıyorsun, Oedipe’in ve kastrasyonun geride kaldığını kabul etmek istiyorum elbette, ama kapitalizm ...
Bir kişinin saçları varsa, bu saçlar bir çok aşama geçirebilir: bir genç kızın saç şekli evli bir kadınınkine benzemez, dul bir kadının saç tarama şekline benzemez: tam bir saç şekli kodu vardır. Kişi, bu saçları taşıdığı şekliyle, kendisini geçen, kendi durumunu aşan saç flükslerine göre kendisini tipik olarak bir engel şeklinde gösterir, ve bu saç flükslerinin kendileri de kodlanmışlardır, çok farklı kodlara göre: dul kadının kodu, genç kızın kodu, evli kadının kodu, vs. Kodlamanın ve territoryalleştirmenin, temel araç olarak flüksleri kendisiyle kodlamak olan temel sorunu budur finalde: kişileri damgalamak, işaretlemek, (çünkü kişiler flüksleri engellemekte ve kesmektedirler, flükslerin kesilme noktalarında yer almaktadırlar).
Fakat, kişileri damgalamaktan çok –kişileri damgalamak görünürdeki yöntemdir-, kodlamanın daha derin bir fonksiyonu vardır, yani: bir toplum sadece bir şeyden korkar: tufandan. Bir şeylerin eksik olmasından korkmaz, yokluktan, kıtlıktan korkmaz. Onun üzerinden, onun sosyal bedeni üzerinden bir şeyler akar, ama biz bunu bilmeyiz, kod, kural olmayan ve hatta o topluma göre kodlanamaz gibi görünen bir şeyler akar. Akıp o toplumu bir tür deterritoryalleştirmeye sürükleyecek olan, toplumun üzerine yerleştiği toprağı dağıtacak olan bir şey: bu bir felakettir o halde. Yıkılan, yok olup giden bir şeyle karşılaşıyoruz ama bunun ne olduğunu bilmiyoruz, hiçbir koda uymuyor, kodların altından kaçıp gidiyor; ve bu, uzun zamandan beridir, her zaman kod-benzerleri bulduğuna inanan kapitalizm için de doğrudur bu açıdan, buradaki, kapitalizmdeki ünlü telafi gücü dediğimiz şeydir –kapatmak, telafi etmek dendiğinde kastedilen şudur: bir şeyin kapitalizmden kaçıyor göründüğü, bu kod-benzerlerinin altından geçip gidiyor gibi göründüğü her seferde, kapitalizm tüm bunları tekrar damgalar, üstelik bir aksiyom ekler ve mekanizma yeniden hareket etmeye başlar; 19. yüzyıldaki kapitalizmi düşünün: bir flüks merkezinin ortaya çıktığını görür kapitalizm, bu tam tabiriyle bir işçiler flüksüdür, proletarya flüksüdür. Peki, nedir böyle ortaya çıkan şey, böyle korkutucu bir şekilde akıp giden ve dünyamızı sürükleyen, nereye gidiyoruz? 19. yüzyılın düşünürlerinin, özellikle Fransız tarih ekolünün ilginç bir tepkisi olmuştur: 19. yüzyıl ilk kez sınıf terimleriyle düşünülür, teorik sınıf kavramını icat eden ve bunu açık bir şekilde kapitalist kodun temel bir parçası olarak ortaya çıkaran onlardır yani: kapitalizmin meşruiyeti şurdan gelir: aristokrasiye karşı bir sınıf olarak burjuvazinin zaferi.
Saint Simon, A. Thierry ve E. Quinet’de ortaya çıkan sistem, radikal bir biçimde burjuvazinin sınıf olarak algılanmasıdır, ve bunlar bütün bir tarihi bir sınıflar savaşımı olarak yorumlarlar. Tarihin bir sınıflar savaşımı olarak algılanmasını keşfeden Marx değildir, 19. yüzyılın burjuva tarih ekolüdür: 1789, evet, bu bir sınıf savaşıdır, toplumsal yapının mevcut yüzeyinde tanımadıkları şu tuhaf flüksün ortaya çıktığını gördüklerinde kör olmuşlardır adeta: proletarya flüksü. Bunun bir sınıf olduğu düşüncesi mümkün değildir, bir sınıf değildir bu o anda: kapitalizmin proletaryanın bir sınıf olduğunu artık inkar edemediği gün, kapitalizmin kendi kafasında tüm bunları yeniden kodlama anını bulduğu ana rastlar. Kapitalizmin telafi etme gücü dediğimiz şey nedir?
Bu, aksiyomatik bir tür dizge barındırdığı anlamına gelmektedir; ve tanımadığı yeni bir şeyi bünyesinde bulundurduğunda, herbir aksiyomatik dizge için olduğu gibi, bu, doymak bilmez sınırları olan aksiyomatik bir dizgedir: kapitalizm yeniden işleyişi sağlamak için artı bir aksiyom eklemeye hazırdır her zaman.
Kapitalizm 19. yüzyıldaki işçi mücadelelerinin etkisiyle ve devrimin etkisiyle proletaryanın bir sınıf olduğunu artık yadsıyamadığı zaman, sonunda bir tür sınıf çift kutupluluğunu tanıdığı zaman, bu an son derece belirsiz, anlaşılması güç bir an olur, zira bu devrimci mücadele içerisinde önemli bir andır, ancak bu kapitalist telafi için de temel bir andır: işte sana bir aksiyom daha, işçi sınıfı için ve onu temsil eden sendikal güç için aksiyomlar yaratıyorum sana, ama kapitalist mekanizma, kapitalist makina yeniden harekete geçiyor gıcırdaya gıcırdaya, gediği doldurdu bu makina. Bir diğer ifadeyle, bir toplumun bütün yapıları işin özünü oluştururlar: kodlayamayacağı ve bir yer veremeyeceği flükslerin kendisinin üzerinden, kendi bedeninin üzerinden akıp gitmesine engel olmak.
Bir şeylerin eksik olması, yokluk, kıtlık, bir toplum bunu kodlayabilir, toplumun kodlayamayacağı şey, bu şeyin ortaya çıktığı andır, ya da kendi kendine: şu herifler de kim öyle orda! dediği andır. O zaman, ilk anda, zor aygıtı harekete geçer, eğer bu kodlanamazsa, yok edilmeye çalışılacaktır. İkinci bir anda, iyi kötü bir şekilde yeniden kodlamaya olanak verecek olan yeni aksiyomlar bulmaya çalışılır.
Sosyal bir yapı şu şekilde tanımlanır elbette ki: sürekli olarak, ardı ardına gelen şeyler, flüksler üstten akar, bir kutuptan diğerine akar ve bunlar devamlı olarak kodlanmıştır, ama kodlardan kaçan flüksler vardır ve tehlikeli flükslere yer açmak amacıyla, tüm bunu telafi etmek için, aksiyomlaştırmak için, kodu yeniden biraz elden geçirmek için harcanan toplumsal çaba vardır: aniden, koda uymayan genç insanlar çıkar: önceden öngörülmemiş olan bir saç flüksü edinmeye başlarlar; ne yapacağız bu durumda? Bunu kodlanmaya çalışacağız, yeni bir aksiyom ekleyeceğiz, telafi etmeye çalışacağız, yoksa içerde kodlanmamakta direnmeye devam eden bir şeyler olacak, peki o zaman ne olacak?
Bir başka deyişle, toplumun temel hareketidir bu: flüksleri kodlamak ve ona göre kendisini kodlanamaz olarak sunan şeylere düşman gibi davranmak, çünkü bir kez daha bütün bir dünyayı, o toplumun bütün yapısını söz konusu yapmaktadır bu.
Her toplum için aynı şeyi söyleyeceğim, bizimkisi dışında belki de, yani kapitalizm; az önce kapitalizmden -tüm diğer topluluklar gibi- flüksleri kodluyormuş ve başka sorunu yokmuş gibi söz etmeme rağmen; ama belki de fazla hızlı gidiyordum.
Kapitalizmin sosyal oluşum gibi temel bir paradoksu vardır: eğer tüm diğer sosyal oluşumların korkusunun deşifre edilmiş flüksler olduğu doğru ise, kapitalizmin kendisi de inanılmaz bir şey üzerine kurulmuştur tarihsel olarak; yani, diğer toplulukların bütün korkusunu, terörünü yaratan da budur: deşifre edilmiş flükslerin varlığı ve gerçekliği ve kapitalizmin bundan kendi işini yapması.
Eğer bu doğru olsaydı, bu, kapitalizmin çok kesin bir anlamda her toplumun evrensel formu oluşunu açıklardı: negatif bir anlamda, kapitalizm tüm toplumların her şeyden çok korktukları şey olurdu ve öyle sanıyoruz ki tarihsel olarak kapitalizm ... her sosyal oluşumun sürekli başından savmaya, kaçınmaya çalıştığı şeydir bir bakıma; neden? Çünkü bu tüm diğer sosyal oluşumların yıkımı demektir. Ve kapitalizmin paradoksu, sosyal bir oluşumun tüm diğer oluşumların negatifi olan şeyin temeli üzerinde oluşmuş olmasıdır. Bu demektir ki kapitalizm, her türden deşifre edilmiş flüksler arasında bir birleşmeyle, bir karşılaşmayla meydana gelebildi sadece. Tüm sosyal oluşumların en çok korktuğu şey, tüm diğerlerini yutacak olan bir sosyal oluşumun temeliydi: tüm oluşumların negatifi olan şey bizim oluşumumuzun da pozitifliği haline gelmiş olsun; korkunç bir şey bu.
Kapitalizm deşifre edilmiş flükslerin birleşmesi üzerine hangi yönde kuruldu: her türden dekodaj1 sürecinin sonunda, feodalitenin sona ermesiyle meydana gelmiş olağanüstü çarpışmalar, olağanüstü karşılaşmalar gerekiyordu. Bu her türden dekodajlar, büyük özel mülkiyetlerin oluşumu şekli altında toprak flükslerinin dekodajına, ticari varlıkların gelişmesi şekli altında parasal flükslerin dekodajına ve istimlak şekli altında, serflerin ve küçük köylülerin topraksızlaştırılmaları şekli altında bir işçiler flüksünün dekodajına dayanıyordu. Fakat bu yetmiyor, zira eğer Roma örneğini alırsak, çökmekte olan Roma’daki dekodaj tam görünüyor: büyük özel mülkiyetler şekli altında mülk flükslerinin dekodajı, büyük özel mal varlıkları şekli altında parasal flükslerin dekodajı, kentsel alt-proletaryanın oluşumuyla işçilerin dekodajı: her şeyi bulabilirsiniz burada, hemen hemen her şeyi. Kapitalizmin unsurları burada bir arada bulunuyorlar, yalnız çarpışma, karşılaşma yoktur.
Sermayenin ya da paranın deşifre edilmiş flüksleriyle işçilerin deşifre edilmiş flükslerinin karşılaşmasının gerçekleşebilmesi için, doğmakta olan sermaye flüksü ile yersizyurtsuzlaşmış olan el emeği flüksü arasındaki karşılaşmanın, sözcüğün tam anlamıyla deşifre edilmiş para flüksü ile toprağından edilmiş işçiler flüksü arasındaki karşılaşmanın gerçekleşebilmesi için ne gerekiyordu? Gerçekte, paranın para sermaye haline gelmek için deşifre olma şekli ile işçinin sadece kendi iş gücünün sahibi haline gelmek üzere topraktan koparılma şekli: bunlar birbirinden tamamen bağımsız iki süreçtirler, ikisinin arasında bir karşılaşma, bir çarpışma olması gerekiyor.
Aslında, ticari sermayenin ve banka sermayesinin embriyo formları boyunca -çalışma flüksü, sadece çalışma gücünün özgür sahibi- gerçekleşen sermayeyi oluşturmak için paranın deşifre olma süreci ap ayrı bir çizgi boyunca gerçekleşir. Bu feodalitenin sonunda işçinin yersizyurtsuzlaştırılma çizgisidir ve bir karşılaşma olmayabilir pekala. Deşifre edilmiş ve yersizyurtsuzlaştırılmış flükslerin birleşmesi, kapitalizmin temeli budur.
Kapitalizm önceden varolan tüm sosyal territoriyalitelerin ve kodların iflası üzerine kurulmuştur.
Eğer bunu kabul edersek, neyi gösterir bu? Kapitalist mekanizmayı; tam bir saçmalık, çılgınlık bu. Deşifre edilmiş ve yersizyurtsuzlaştırılmış flüksler temelinde işleyen sosyal bir mekanizma: bir kez daha, bunun nedeni, toplulukların bununla ilgili bir fikirlerinin olmaması değildir; panik şeklinde sahiplerdi bunun fikrine; söz konusu olan bunu engellemekti (bu, o ana kadar bilinen bütün sosyal kodların alt üst olması, çökmesiydi). Peki, önceden varolan bütün toplulukların negatifi üzerine kurulan bir topluluk, böyle bir şey nasıl işleyebilir? Özü bütün flüksleri deşifre etmek ve yersizyurtsuzlaştırmak olan bir topluluk: üretim flüksü, tüketim flüksü; nasıl işleyebilir bu, hangi şekilde? Belki de kapitalizmin işlemek için, çalışmak için kodlamadan başka yöntemleri vardır, belki de bu tamamen farklıdır. Şimdiye kadar yapmaya çalıştığım şey, KAPİTALİZM-ŞİZOFRENİ ilişkisi sorununu belli bir düzeyde yeniden ortaya koymaktı. -Ve böyle bir bağıntının temeli kapitalizmle şizofreni arasındaki ortak bir şeyde bulunur: bunların tamamiyle ortak olarak sahip oldukları şey (ki bu belki de asla gerçekleşmeyecek olan, somut bir görüntüsü olmayan bir ortaklıktır) yine soyut bir ilkenin ortaklığıdır; yani her ikisi de deşifre edilmiş ve yersizyurtsuzlaştırılmış flüksleri geçirmeye, iletmeye, tutmaya ve bir noktada toplamaya devam eder.
Bunlardaki derin benzerlik budur; ama kapitalizm bizleri yaşam tarzı düzeyinde şizofren hale getirmez; ekonomik süreç düzeyinde şizofren yapar bizleri: tüm bunlar sadece bir bağ sistemiyle yürür; sözcüğümüzü söyleyelim o halde, bu sözcüğün kodlarla gerçek bir yapı farklılığı içerdiğini kabul etmek şartıyla. Aksiyomatik bir dizge gibi, deşifre edilmiş flükslerin aksiyomatik dizgesi gibi işleyen şey kapitalizmdir. Tüm diğer sosyal oluşumlar, flükslerin kodlanması ve territoryal hale getirilmesi temeli üzerinde işlemişlerdir; ve bu şekilde deşifre edilmiş ya da bu şekilde yersizyurtsuzlaştırılmış flükslerin aksiyomatik dizgesini oluşturan kapitalist mekanizma ile diğer sosyal oluşumlar arasında, kapitalizmi diğer toplulukların negatifi yapan bir yapı farklılığı vardır. Oysa şizofren, kendi tarzıyla, kendine özgü sendeleyen yürüyüşüyle, aynı şeyi yapıyor. Ve bir anlamda kapitalistten daha kapitalisttir, prolodan1 daha prolodur: flüksleri deşifre eder, yersizyurtsuzlaştırır ve o zaman, kapitalizmin ve şizofreninin yapısal özdeşlik türü oluşmuş olur.
Şizofreni kapitalist oluşumun negatifidir. Bir anlamda şizofreni daha da ileri gider; kapitalizm deşifre edilmiş flüksler bağı üzerinden işliyordu, bir şartla, şöyle ki, para flükslerini, çalışma flükslerini vesaireyi sürekli olarak deşifre ederken, onları içine alıyor, yeni bir mekanizma tipi oluşturuyordu, sonra değil, aynı anda; bu mekanizma bir kodlama mekanizması değildi, aksiyomatik bir mekanizmaydı.
Bu şekilde kapitalizm tutarlı bir sistem kurabiliyordu sonunda; deşifre edilmiş flükslerin aksiyomatik dizgesinin ve flükslerin kodlanmasının hangi noktada derin bir şekilde ayrıldıklarını söylememiz koşuluyla.
Oysa şizofren bundan fazlasını yapıyor, aksiyomlaştırılmasına izin vermiyor artık, kodlanmasına izin vermiyor (yer, alan vs. yok), territoryalleştirilmesine izin vermiyor, deşifre edilmiş flükslerle hep daha ileri gidiyor, gerektiğinde flükslere bile ihtiyaç duymuyor.
Bunlar hangi ilişki içerisinde birlikteler? Sorun burada başlıyor. Kapitalizm-şizofreni ilişkisini daha yakından incelemek gerekiyor; şuna çok dikkat etmek gerekiyor: Bu doğru mu ve hangi anlamda doğru? Kapitalizmi deşifre edilmiş flüksler temelinde, yersizyurtsuzlaştırılmış flüksler temelinde işleyen bir mekanizma, bir makina olarak tanımlayabilir miyiz? Hangi anlamda tüm sosyal oluşumların negatifidir? Buradan çıkarak, şizofreni hangi anlamda kapitalizmin negatifidir? Dekodajda ve yersizyurtsuzlaştırmada daha ileri gittiği doğru mu ve nereye kadar gidiyor? Nereye sürüklüyor, yeni bir dünyaya doğru mu, hiçbir yere mi, ya da tufana doğru mu?
Eğer psikanaliz problemleriyle ilişkilendirmeye çalışırsam, hangi yönde ve ne şekilde…(bu bir başlangıç sadece), öyle sanıyorum ki, sosyal yapı olarak kapitalizm ile süreç olarak şizofreni arasında ortak bir şeyler var. Şizofrenin kapitalizmin negatifi olarak meydana geldiğini gösteren ortak bir şeyler (kapitalizmin kendisi de geriye kalan her şeyin negatifi). Ve bu ilişki, bunu şu ifadeleri dikkate alarak anlayabiliriz şimdi: flükslerin kodlanması, deşifre edilmiş ve yersizyurtsuzlaştırılmış flüksler, deşifre edilmiş flüklserin aksiyomatik dizgesi, vs.
Psikanalitik ve psikiyatrik problemlerin bizleri hangi noktada meşgul etmeye devam ettiğini bulmak kalıyor geriye.
Marx’ın üç metnini yeniden okumak gerekiyor: birinci kitapta, artı-değerin üretimi; son kitapta, eğilimde gerileme üzerine olan bölüm; ve nihayet “Gruendisse”de otomasyon üzerine olan bölüm.
Richard Zrehen: Kapitalizm ile şizofreni arasındaki benzerlikle ilgili olarak söylediklerini anlamadım, kapitalizmin diğer toplulukların negatifi olduğunu ve şizofrenin kapitalizmin negatifi olduğunu söylediğinde, ben, şizofren kapitalizm için neyse kapitalizm de diğer topluluklar için odur diye anlardım, tersine, bu karşıtlığı kurmayacağını düşünürdüm. Şu karşıtlığı düşünebilirdim: kapitalizm / diğer topluluklar ve şizofreni / başka bir şey, üç ifadeli bir benzerlik yerine, bundan dört ifadeli bir benzerlik çıkarmayı düşünürdüm.
Cyril: Richard, kapitalizm /[ve] diğer topluluklar ile şizofrenler ve örneğin nevrozlar arasındaki karşıtlık demek istiyor.
Deleuze: Haaa, evet, evet, evet.
Flüksleri Ekonomi Politikte tanımlayacağız, bunun şimdiki ekonomistler için önemi beni haklı çıkarıyor. Şimdi, flüks bir toplulukta bir kutuptan diğerine akan ve bir kişiyle geçen bir şeydir, sadece kişiler engelleyici, tutucu oldukları ölçüde.
/Adamın tuhaf bir aksanla araya girişi.
Deleuze: Bir örnek alalım, bana diyorsunuz ki bir toplumda deşifre etme bitmez, bu kesin değil: bir topluluğun sona erdiği noktaya gelince, bir topluluğun ölümüne gelince, bir toplulukta iki şey olduğuna inanıyorum: birlikte varolan iki an vardır her zaman: her ölüm, belli bir şekilde, içerden gelir –büyük Thanatos prensibidir bu- ve her ölüm dışardan gelir; demek istediğim, her toplulukta bir iç tehdit vardır, bu tehdit deşifre olan flüksler tehlikesiyle kendisini gösterdiği için, bunda hemfikiriz. Hiçbir zaman flüks yoktur ilkin, sonra üste çıkan bir kod olur. Bu ikisi aynı anda varolurlar. Peki sorun ne, eğer Levi-Strauss’un evlilik üzerine olan çoktan eskimiş çalışmalarını yeniden ele almam gerekirse: bize şöyle diyor: bir toplumda temel nokta dolaşımdır, ve değiş-tokuştur. Evlilik, evlenme, bu değiş tokuştur, ve önemli olan bunun dolaşım halinde olması ve değiş tokuş edilmesidir. Bir kadınlar flüksü vardır o halde –bir şeyi flüks katsayıya yükseltmek sosyal bir işlemdir gibi geliyor bana, sosyal flüks işlemi; toplum düzeyinde kadın yoktur, bir koda gönderme yapan, yaş, klan, kabile gibi şeylerin koduna gönderme yapan bir kadınlar flüksü vardır, ama hiçbir zaman bir kadınlar flüksü olmaz, ve ikinci olarak da bir kod: kod ve flüks kesinlikle karşı karşıya oluşmuşlardır. İlkel denen bir toplumda evlilik düzeyindeki sorun nedir o halde: şöyle ki, kadın flükslerine göre, kod gereğince, geçmek durumunda olan bir şeyler vardır. Amaç bir tür sistem oluşturmaktır, bu hiç de Levi-Strauss’un salık verdiği gibi değildir, mantıksal bir kombinatuvar değildir hiç de, fakat territoryaliteleri olan fiziksel bir sistemdir: bir şeyler giriyor, bir şeyler çıkıyor, o halde çok iyi görüyoruz ki, fiziksel evlilik sisteminyle ilişkiye sokulduklarında, kadınlar kendilerini bir flüks biçiminde gösterirler, bu flüksle ilgili olarak, sosyal kod/kural şunu demektedir: böyle bir flükse göre, flüksten bir şeyler geçmeli, yani çıkmalı; ve bir şeyler de geçmemeli, ve üçüncü olarak da –her türden kodun üç temel ifadesini oluşturacaktır bu-, bir şeyler geçmeyi sağlamalı ya da engellemeli, bloke etmeli tersine: örneğin, anasoylu sistemlerde, herkes aynı anneden olan amcanın önemini bilir, neden? Kadınlar flüksünde geçen şey müsadeli ve hatta zorunlu evliliktir. Bir şizofren, böyle bir toplulukta, yoktur böyle bir şey, bu tam olarak bize ait olan bir şeydir, oradaysa başka şeydir bu.
Orada farklıdır bu: P. Clastres’ın incelediği çok güzel bir olay var; bilmeyen bir tip var, kiminle evlenmesi gerektiğini bilmiyor, çok uzak bir yerdeki büyücüyü görmek için deterritoriyalizasyon yolculuğunu dener. Adı Leach olan büyük bir İngiliz etnolog var, bütün tezi şundan ibaret: Levi-Strauss’un dediği gibi olmuyor bu asla, Levi-Strauss’un sistemine inanmıyor: kimse kiminle evleneceğini bilemez; Leach temel bir keşif yapmaktadır, yerel gruplar dediği şey yani, soy zinciri gruplarından ayırıyor bunu. Yerel gruplar, evlilikleri, evlenmeleri düzenleyen küçük gruplardırlar, ve bunları soy zincirlerinden çıkarmazlar: evlenme, birleşme politik verilere cevap veren bir tür stratejidir. Yerel gruplar, harfi harfine, her kast için geçen şeyleri, geçemeyecek olan şeyleri, engellenmesi, bloke edilmesi gereken şeyi ve çıkışına izin verilen şeyi belirleyen bir gruptur (sapkın eğilimli, kodlama uzmanı). Anasoylu bir sistemde engellenen şey nedir? Her sistemde engellenen şey, ensesti yasaklayan kuralların dahiline giren şeydir. Burada, kadınlar flüksünde bir şeyler bloke edilir; yani kimi kişiler diğer falanca kişilere göre evlenilebilir kadınlar flüksünden elenirler. Buna karşın, geçen [geçerli] şeyin ilk müsadeli ensestler olduğunu söyleyebiliriz: tercihli evlilik şeklindeki ilk yasal ensestler; fakat herkes bilir ki ilk müsadeli ensestler asla hayata geçirilemezler gerçekte, bu da engellenen şeye fazlasıyla yakındır yine. Görüyorsunuz ki flüks burada durmuştur, kesintiye uğramıştır, flükste bir şeyler bloke edilmiştir, bir şeyler geçmektedir, ve burada evlilikleri düzenleyen, çekip çeviren, bloke eden ya da geçer hale getiren büyük sapkınlar vardır. Aynı anneden olan amcanın hikayesinde, yenge yasaklanmış ensestin imgesi olarak bloke edilmiştir, şakadan akraba şeklinde, yeğenin yengesiyle eğlenceli bir ilişkisi vardır, amcasıyla ise bir hırsızlık ilişkisi içerisindedir, ama hırsızlık, haksızlık, hakaret, bunlar kodlanmışlardır, Malinowski’ye bakınız.
Soru: Bu yerel grupların sihirli güçleri mi var?
Deleuze: Açık bir şekilde politik bir güçleri vardır, büyücülüğe başvururlar bazen, fakat bunlar büyücü grupları değillerdir, bunlar bir köyün bir diğer köye göre ve bir klanın bir diğer klana göre stratejisini belirleyen politik gruplardır. Her kod, bir flükse göre, o flüksten bir şeyin geçişinin engellenmesini içerir. Bloke edilecektir bir şeyler, ve bir şeylerin geçmesine izin verilecektir: engelleyici olarak anahtar bir konuma sahip insanlar olacaktır, yani geçmeyi engelleyen kişi olarak, ya da tam tersine geçmeyi sağlayan kişi olarak, ve bunun ardından bu şahısların, koda göre, bazı yükümlülükleri olduğunu farkettiğimizde bütün bir sistemin nasıl yürüdüğünü daha iyi anlarız. Tüm topluluklarda sorun flüksleri kodlamak ve kaçma eğiliminde olanları yeniden kodlamak olmuştur her zaman –ilkel denen topluluklarda kodlar ne zaman kararsızlık gösterir: temel olarak kolonileştirme anında, kod orada kapitalizmin baskısından kaçtığı anda: kurallı/kodlu bir toplulukta paranın girişinin neyi gösterdiğine bakınız: bütün flüks devrelerini havaya uçurur bu. Bu anlamda, temel olarak üç tip flüks ortaya koyuyorlar: tüketilecek üretim flüksleri, prestij flüksleri, prestij nesneleri ve kadın flüksleri. Para bunun içerisine girdiğinde, felaket olur (Jaulin’in etnosid olarak analiz ettiği şeye bakın: para, Oedipe kompleksi).
Parayı kurallarına bağlamaya çalışıyorlar, böylelikle bir prestij eşyasından başka bir şey olamayacaktır bu, bu bir üretim ya da tüketim eşyası değildir, bu bir kadın değildir, fakat parayla birlikte, kabilenin yaşlılara göre daha çabuk anlayan gençleri, tüketim malları devresini ele geçirmek için bundan yararlanırlar, geleneksel olarak kimi kabilelerde kadınların elinde olan tüketim devresi. İşte genç adamlar parayla böyle ele geçirirler tüketim devresini. Artık kodlanamayan parayla, dar bir çerçevede, parayla başlarız ve parayla bitiririz. A-M-A, bunu kodlamanın kesinlikle bir yolu yoktur artık, çünkü nitelikli flükslerin yerini, özü A-M-A biçiminde sonsuz bir yeniden\üretim olan soyut bir nicelik flüksü almıştır. Hiçbir kod sonsuz üretimi kaldıramaz. İlkel denen topluluklarda şaşırtıcı olan şey borcun varolma şeklidir, ama sınırlı bir blok halinde vardır, borç sınırlıdır.
Demek ki bu alamda flüksler zamanlarını kaçmakla geçirirler, bu kodların bağıntılı olmalarını ve flüksleri kodlamalarını engellemez: şüphesiz, her taraftan kaçmaktadır bu, kodlanmasına izin vermeyen şey ise, onu da söyleyeceğiz: bu şey bir delidir, kodlayacağız onu: köy delisi, kodun kodunu yapacağız.
Kapitalizmin özgünlüğü, onun artık hiçbir koda güvenmemesidir, kod kalıntıları vardır, ama artık kimse buna inanmaz: artık hiçbir şeye inanmıyoruz: kapitalizmin üretmesini bildiği son kod faşizm olmuştur: Bu, ekonomik düzeyde bile, faşist ekonomide pazarın işleyişi düzeyinde bile yeniden kodlamak için ve yeniden territoryalleştirmek için verilen bir çabadır; burada, kapitalizmin kodu olarak işleyecek bir tür kodun yeniden yaratılması için çok büyük bir çaba görüyoruz, harfi harfine, daha önce sürdüğü şekilde devam edebilirdi bu. Kapitalizme gelince, sosyal alanı bir bütün olarak küçük parçalara ayıracak bir kod yaratmaktan acizdir, çünkü kapitalizmin sorunları kendini artık kod ifadeleriyle ortaya koymuyor; onun sorunu deşifre edilmiş flükslerin bir mekanizmasını yaratmaktır, o halde ben sadece bu anlamda kapitalizmi bilinen tüm diğer sosyal oluşumlar için bir sosyal formasyon gibi farz ediyorum. Pre-kapitalist oluşumlara denk düşen bir flüks kodajıyla deşifre edilmiş aksiyomatik bir dizge arasında yapısal bir farklılık olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa bu sadece bir varyasyon mudur? Radikal bir yapısal farklılık vardır! Kapitalizm hiçbir kod yaratamaz. Bir sisteme karşı mücadelenin o sistemin karakterize edilme şeklinden tamamen bağımsız olduğunu söyleyemeyiz: Sosyalizmin 19. yüzyılda kapitalizme karşı olan mücadelesinin artı-değer teorisinden -bu teori kapitalizmin karakteristiğini gösterdiği ölçüde- bağımsız olduğunu düşünmek çok zor.
Kapitalizmin kodları dışarda bırakan ve deşifre edilmiş flükleri aksiyomatik bir dizge içerisinde tutarak işleyişini sağlayan ekonomik bir mekanizma olarak tanımlanabileceğini farzedelim; kapitalist konumu şizofrenik konuma yaklaştırmamıza zaten izin veriyor bu.
Pratik bir etkisi olan analiz düzeyinde, parasal mekanizmaların analizi düzeyinde (neo-kapitalist ekonomistler, şizofreni bu), sadece teorinin değil fakat kapitalizmin parasal pratiğinin, onun şizoid karakterinin somut düzeyde nasıl işlediğini gördüğümüzde bunun devrimci pratik için tamamiyle farksız olduğunu, önemsiz olduğunu söyleyebilir misiniz?
Psikanaliz ve psikiyatri açısından yaptığımız tüm şeyler dönüp dolaşıp neye varıyordu? Arzu ya da bilinçaltı, pek önemli değil: Hayali ya da sembolik değil, mekanik sadece; ve isteğin mekanizmasının alanına ulaşamadığınız sürece, hayali olanda, yapısal veya sembolik olanda kaldığınız sürece, bilinçaltının üzerinde gerçek bir etki yaratamazsınız. Bunlar bütün mekanizmalar gibi kendilerini fonksiyonlarıyla doğrulayan mekanizmalardır. Doğrulamalar: “Makinalı çocuklar”ı aklından çıkaramayan ressam Lindner: Ön planda ellerinde tuhaf küçük bir makina tutan korkunç küçük çocuklar, bir tür küçük uçurtma ve onun arkasında, kamuya ait büyük, teknik bir makine; ve çocuğun küçük makinası büyüğüne bağlanmış, arka planda. Bu benim geçen yıl yetim altbilinç demeye çalıştığım şey, gerçek altbilinç, ana-babadan değil, büyük, çılgın makinalardan geçen altbilinç, zira bu makinalar büyük sosyal mekanizmalarla verili bir ilişki içindeler. İkinci doğrulama: Bir İngiliz, Niderland, Schreber’in babasını tanıyordu. Benim Feud’un yazısında karşı çıktığım şey psikanalizin adamın en derinlikli karakterini, yani sosyo-tarihsel karakterini ezen gerçek bir değirmenmiş gibi gösterilmesiydi. Schreber’i okuduğumuzda, büyük Moğolu, Arîleri, yahudileri vs., ve Freud’u okuduğumuzda, bütün bunlarla ilgili bir tek kelime bulamazsınız, sanki bu bilinen bir şeymiş gibi ve gizli kalan içeriği bulup çıkarmak gerekiyormuş gibi -Oedipe’in ebedi ana-babasını. Bütün politik içeriği, politiko-seksüel ve politiko-libidinal1 içeriği, çünkü sonuçta, Schreber baba kendini Alsas’ı bir Fransız subayına karşı savunan küçük bir Alsaslı kız gibi hayal ettiğinde, politik libido var burada. Aynı anda hem cinsel hem politiktir bu, iç içe geçmiş; öğrendiğimize göre Schreber baba bir eğitim sistemi bulduğu için çok ünlü biriymiş: Schreber bahçeleri. Evrensel bir pedagoji sistemi yaratmıştı Schreber baba. Şizo-analiz psikanalizin tersini yapardı herhalde. Aslında, ne zaman hasta Oedipe’le ya da kastrasyonla2 uzaktan yakından ilgili bir şey anlatsa, muayene edilen şizofren “yeter” derdi. Onun önemli göreceği şey şu: Schreber baba evrensel değerde bir pedagojik sistem keşfediyor, onun küçük çocuğunu pek ilgilendirmiyor bu ama dünya çapında: PAN gymnasticon. Eğer çocuğun delirinden1 baba pedagojisi sisteminin politiko-mondial boyutunu çıkarırsak, artık hiçbir şey anlayamayız. Baba yapısal bir fonksiyon değil politik bir sistem getiriyor: Ben diyorum ki libido buradan geçiyor, babadan ve anneden değil, politik sistemden: PAN gymnasticon’da mekanizmalar vardır: mekanizmasız sistem yoktur, bir sistem gerektiğinde yapısal bir mekanizmalar birliğidir, öyle ki mekanizmalara kadar gidebilmek için sistemi açmak gerekiyor. Peki nedir Schreber’in mekanizmaları: bunlar SADİKO-PARANOYAK mekanizmalardır, bir tür büyük, çılgın makinalar. Bunlar şu anlamda sadiko-paranoyaktırlar ki, çocuklara, ve tercihen de küçük kızlara tatbik edilirler.
Bu mekanizmalarla çocuklar sakinleşiyor; bu delirde evrensel pedagojik boyut açık bir şekilde kendini göstermektedir: Oğlu ile ilgili bir delir değildir bu, daha iyi bir ırkın oluşumu ile ilgili olarak yarattığı bir delirdir. Schreber baba oğlu üzerinde etki gösteriyor, baba olarak değil fakat sosyal alandaki sınırsız bir yatırımının libidinal öncüsü olarak. Delirle ilgili bir şeylerin geçmesini sağlamak için babanın burada olması artık babalık fonksiyonuyla ilgili bir şey değildir, bu kesin, fakat baba burada, aile alanı olmayan fakat politik ve tarihsel olan alana göre, bir iletim etkeni olarak hareket ediyor sadece; bir kez daha tarih adları; baba adı değil, yok.
Comtesse: Sinekler sirkeyle yakalanmaz, makinayla da.
Gille Deleuze: Schreber babanın sisteminin dünya çapında bir gelişimi olmuştur (sıkı tutunmak için kemerler). Büyük bir sosyal mekanizmaydı bu ve aynı zamanda sosyal mekanizmanın içine serpiştirilmiş küçük, çılgın sadiko-paranoyak mekanizmalarla doluydu. O halde, oğulun delirindeki şey babadır elbette ki; peki ama ne olarak işin içine giriyor? Belli bir sosyal formasyon tipinin libidinal yatırımındaki iletim etkeni olarak araya giriyor. Buna karşılık, psikanalizin dramı, libidoyu ve onunla birlikte bütün seksüaliteyi aile mekanizmasına bağlamaya dayanan sonsuz evcilleştirmedir, ve bunları biçimlendirmemiz boşuna olurdu, hiçbir şeyi değiştirmeyecektir bu, şu dar çerçevede kalırdık biz: sembolik kastrasyon, ailevi biçimleme işlevi, ebeveyn karakterler, ve bunun dışında kalan herşeyi ezmeye devam ederdik. Blanchot: “dışarıyla yeni bir ilişki türü” diyor, oysa -ki bu kritik bir noktadır-, psikanaliz kendisinin ve dışarıyla kendisinin analiz edilmesi için gelen hastanın bütün ilişkilerini ortadan kaldırma eğilimindedir. Psikanaliz tek başına bizleri yeniden territoryalleştirdiğini iddia ediyor, territoryalite üzerinde ya da en vasatından, en bayağısından bir alan üzerinde, Oedipe territoryalitesi, ya da en kötüsü, bir divan, bir sedir üzerinde. Burada psikanalizin ve kapitalizmin ilişkisini çok iyi görüyoruz: kapitalizmde flükslerin devamlı olarak deşifre edildikleri, territoryal özelliklerini yitirdikleri, yani kapitalizmin tıpkı para ürettiği gibi şizofren ürettiği doğruysa eğer, bütün kapitalist girişim yeniden yapay territoryaliteler icat etmekten ibarettir, insanları orada kayıt altında tutmak için, onları kapalı bir biçimde yeniden bağlamak için: Herhangi bir şey icat ediyoruz: HLM[kiralık konut], ev ve ardından ailenin yeniden territoryalleştirilmesi geliyor; aile, bu sosyal hücredir her şeye rağmen; o zaman, safadamı ailede yeniden territoryal hale getireceğiz (topluluk psikiyatrisi): Bütün territoryalitelerin su üstünde yüzdüğü yerde insanları yeniden territoryalleştiririz, yapay, kalıntısal, hayali yeniden territoryalleştirmeyle başlarız. Ve psikanaliz –klasik psikanaliz- ailevi territoryalleştirmeler gerçekleştirir, özellikle de delirde efektif olarak varolan herşeyi, delirde agresif olan herşeyi havaya uçurarak, yani şöyle ki, delir bir politiko-sosyal yatırımlar sistemidir, herhangi bir türde değil ama: politiko-sosyal kararlara sarılan şey libidodur: Schreber annesiyle aşk yaparken hiç de hayal görmüyor, küçük bir Alsaslı kız gibi bir Fransız subayı tarafından kendisine tecavüz edilirken hayal görüyor: Oedipe’ten çok daha derin bir şeylere bağlı bu, yani libidonun sosyal oluşumları yatırıma dönüştürme şekli, arzu yoluyla iki tür sosyal yatırım olayını ayırdetmek gerektiği noktada:
- Ön-bilinçli türden olan, gerektiğinde sınıflarla geçen sosyal çıkar yatırımları,
- Ve bunun altında, bunlarla uyumlu olmak zorunda olmayan, bilinçsiz yatırımlar, libidinal arzu yatırımları.
Geleneksel psikanaliz libidinal arzu yatırımlarını aile üçgeni içerisine hapsetti, ve strüktüralizm, Oedipe’in her taraftan ölüm çığlıkları attığı anda Oedip’i kurtarmak için yapılan son girişimdir.
Şizo-analizin görevi, ebeveynlerin bilinçaltında sadece engelleyici etken olarak hareket ettiğini, bir arzu flüksleri sisteminde, arzu mekanizmaları flüksü sisteminde iletim etkeni olarak hareket ettiğini, ve önemli olanın benim arzu mekanizmalarımla olan bilinçsiz ilişkim olduğunu bulmaktır. Nedir benim arzu mekanizmalarım ve bunlar üzerinden bu arzu mekanizmalarının büyük sosyal mekanizmalarla olan bilinçsiz ilişkisi, ki bunlarla... ve bu durumda, psikanalizi bizi yeniden territoryalleştirme teşebbüsünde tutmanın hiçbir mantığı yok. Leclaire’in son kitabındaki örneği alalım: artık yürümeyen bir şeyler var: “psikanalizin tarihindeki en temel iş, gönderge olarak ebeveynlerin odasından analitik hücreye geçmeye dayanan bir merkez değiştirme olmuştur, “bir zaman oldu Oedipe’e inandık, sonra cezbetme, baştan çıkarma gerçeğine, zaten fazla ileri gitmiyordu bu, çünkü bütün bilinçaltı evcilleştirilmişti, libidonun ana-baba-ben üzerindeki eziciliği: psikanalizin bütün gelişimi şu yönde oldu: düşün, fantezinin gerçek baştan çıkarmanın yerine, ve kastrasyonun Oedipe’in yerine geçmesi. Leclaire: “doğrusunu söylemek gerekirse, Oedipe konjonktürünün canlı özeğinin aile sahnesinden psikanaliz sahnesine geçmesi, aile kurumu düzeyinde nedenini psikanalitik olarak saptayabileceğimiz sosyolojik bir değişimle sıkı sıkıya ilişkilidir”, sayfa 30. Aile yıpranmıştır; bilinçaltı karşı çıkar ve kendisini üçgene katmak için çalışmaz artık, neyse ki analist var arayı kapatmak için.
Aile artık tam-güçlü bir gerçeğin korunmasını ve gizli tutulmasını sağlamaz. Hele şükür! deriz kendi kendimize, nihayet aileüstü bir gerçekle bir ilişki kurduk ha! Hayır! diyor Leclaire, zira ailenin yerini alan şey ve de koruyucu haline gelen şey, tam-güçlü gerçeğin açınlayıcı gizleyicisi olan şey analistin odasıdır.
Artık kendini ailende üçgenin bir parçası yapmıyorsun, oedipleştirmiyorsun, artık olmuyor, gelip divanın üstünde kendini üçgene sokuyorsun, oedipleştiriyorsun; ve aslında, diye ekliyor Leclaire: “Eğer psikanalitik divan gerçekle yüzleştirmenin gerçekleştiği yer haline gelmişse.” Gerçekle yüzleşme territoryalleştirme hareketinde (yeniden territoryalleştirme hareketinde), yersizyurtsuzlaştırma alanında gerçekleşmez, analistin divanı olan şu çürük yerde gerçekleşir. “Oedipçi sahnenin kabinenin dışına göndergesinin olmamasının, kastrasyonun analistin kabinesinin dışında bir göndergesinin olmamasının hiçbir önemi yok.” Bu, psikanalizin kapitalizm gibi, arzunun deşifre edilmiş flüksleri karşısında, deşifrenin ve yersizyurtsuzlaştırmanın şizofrenik olgusu karşısında, kendisi için küçük bir aksiyomatik dizge yaratmayı şeçtiği anlamına gelmektedir. Divan, bugünün Avrupa insanının en son yeri, onun küçük yeri.
Psikanalizin bu durumu, bütün referansları dışarda bırakan, ne olursa olsun dışarıyla bütün ilişkileri dışlayan aksiyomatik bir dizgeyi ortaya koyma eğilimindedir; ve arzunun gerçek yatırımlarını anlamaya gelince felaketi andıran bir iç hareketi gibi görünmektedir. Aileyi gönderge olarak aldığımız anda, barbat bir hale gelmişti (son yer, buna değecek olan ve kendini kendisiyle haklı çıkaracak olan divan). Daha başından anlaşılmıştı bu, isteğin ikili boyutla olan bağını kestiğimiz andan itibaren –isteğin libidinal ikili boyutu diyorum: ve bunun bir taraftan sembolik ya da yapısal herhangi bir boyutta fonksiyonel arzu mekanizmalarına indirgenemez olan arzu mekanizmalarıyla olan ilişkisi, ve şizo-analizin sorunuysa, bu arzu mekanizmalarının nasıl çalıştığını öğrenmek ve onların birilerinin bilinçaltında işlemeye başladığı düzeye ulaşmaktır, ki bu Oedipe’i, kastrasyonu, vs., havaya uçurmuş olmamızı gerektiriyor. Diğer taraftan, sosyo-politik-kozmik yatırımlarla, ki burada psikanalizin aklamalarının çok az da olsa seksüellikten uzaklaştırıldığını söylemeye gerek bile yok, zira ben diyorum ki arzu, temel cinsel formu altında, sadece cinsel yatırımlarında anlaşılabilir, ana-babaya değil de -ki bu ikincil bir şeydir- arzu mekanizmalarına dayandığı ölçüde anlaşılabilir sadece -çünkü libido arzu mekanizmalarının serbest enerjisidir- ve diğer taraftan bizim seksüel, homoseksüel ve heteroseksüel aşklarımız üzerinden anlaşılabilir.
Yatırım haline gelen şey, tarihsel bir sosyal alanın boyutlarının kupürleridir her zaman; ve elbette ki, baba ile anne bunun içinde bir rol oynuyor, bunlar arzu mekanizmalarının iletişim etkenleridirler, bir taraftan birbirleriyle ve diğer taraftan arzu mekanizmaları büyük arzu mekanizmalarıyla.
Şizo-analiz üç işlem yapmak demektir:
Yıkıcı bir iş:
Oedipçi ve kastrasyon yaratıcı yapıları havaya uçurmak; bilinçaltının kastrasyonun vs. olmadığı bir alanına varmak için; çünkü arzu mekanizmaları bunu bilmezler.
Olumlu bir iş:
Fonksiyonel olarak izleme ve analiz etme işi; yorum yapılacak bir şey yok. Bir mekanizmayı yorumlamayız, işleyişini ya da arızalarını kavramaya çalışırız, arızalarının nedenini: Oedipçi zincirdir bu, arzu mekanizmalarının içinde arızalar çıkaran divanın psikanalitik zinciri.
Üçüncü görev:
Arzu mekanizmaları sadece sosyal mekanizma yatırımları yaptıkları sürece çalışırlar. Peki bu libidinal yatırım tipleri nelerdir? ön-bilinçli çıkar yatırımlarından farklı olan, şu cinsel yatırımlar –sevdiğimiz bütün varlıklar üzerinden, bütün aşklarımız bir yersizyurtsuzlaştırma ve yeniden territoryalleştirme kompleksidir; sevdiğimiz şey melez bir şeydir daima, bir yersizyurtsuzlaştırma ve yeniden territoryalleştirme hareketidir; divanın zayıf ve isterik territoryalitesi değildir bu; ve sevdiğimiz her varlık üzerinden yatırım yaptığımız şey sosyal bir alandır, o sosyal alanın boyutlarıdır ve ebeveynlerse sosyal alanda iletim etkenleridirler.
-Jackson’un mektubuna bakın; oğluna, aylaklığı bırak da da iyi bir evlilik yap, para kazan, diyen zenci klasik bir anne. Buradaki klasik anne, anne olarak ve oedipçi arzunun nesnesi olarak mı hareket ediyor yoksa sosyal alanın belli bir tip libidinal yatırımını aktardığı kadarıyla mı hareket ediyor? Yani iyi bir evlilik yapan tip, kendisiyle aşk yaptığı şey, buradaki, deyimin en dar anlamında, bilinçsiz olarak karısı üzerinden gerçekleşir; ekonomik, politik ve sosyal bir takım süreçlerle birlikte, ki aşk daima libidonun kendisi aracılığıyla sevilen kişiden başka bir şeye ulaştığı şey olmuştur; yani, sosyo-tarihsel alanın bütün olarak bölgelere ayrılması; ve finalde bizler daima tarih isimleriyle aşk yaparız.
Bir başka anne (Jackson’un annesi) –“tüfeğini al” diyen anne, bu ikisinin belli bir sosyo-tarihsel yatırım türünde iletim etkeni olarak davranmaları, birinden diğerine bu yatırım kutbunun hayli değişmesi kendiliğinden olur; ve bir ihtimal olarak bunların faşist bir sınırda olan gerici yatırımlar olduğunu, bir diğer ihtimal olarak, bunun libidinal devrimci bir yatırım olduğunu söyleyebilirdik. Bizim aşklarımız, yine ailevi yapıda olmayan fakat tarihsel-politik yapıda olan bu yatırımların kanalları ve yolları gibidirler; ve şizo-analizin finaldeki sorunu sadece arzu mekanizmalarının pozitif olarak incelenmesi değil, arzu mekanizmalarının sosyal mekanizmaların yatırımlarını gerçekleştirme şeklinin pozitif olarak incelenmesidir, ister devrimci türden libido yatırımları yaratarak olsun, ister gerici türden libidinal yatırımlar yaratarak. Şizo-analizin alanı bu anda politika alanından ayrılır, şu anlamda ki, ön-bilinçli politik yatırımlar, kimi inceleme biçimleriyle belirlenebilir olan fakat diğer yatırım türü hakkında, yani tam olarak libidinal olan yatırımlar hakkında –ya da arzu yatırımları hakkında- bizlere henüz bir şey söyleyemeyen sınıf çıkarı yatırımlarıdırlar. Öyle ki ön-bilinçli devrimci türden bir yatırımın yerini faşist türden libidinal bir yatırım alabilir; delirin bir kutbundan delirin diğer kutbuna olan yer değiştirmelerin nasıl gerçekleştiğini, bir delirin temel olarak nasıl iki kutbu olduğunu açıklayan şey budur –Artaud’nun çok güzel bir şekilde söylediği şey: “herşeyin gizi “anarşist Heliogabaldir”, çünkü bunlar iki kutupturlar –bu bir çelişki değildir sadece, temel insanlık çelişkisidir bu, yani faşist türden bilinçsiz yatırım kutbu ve devrimci türden bilinçsiz yatırım. Bir delirde beni büyüleyen şey, ana-babanın radikal yokluğudur, iletim etkenleri olmaları dışında, bir role sahip oldukları engelleme etkenleri olmaları dışında, fakat buna karşılık şizo-analizin görevi bir delirde faşist yatırımın ve devrimci yatırımın bilinçsiz yönlerini bulup çıkarmaktır, falan noktada kayıp gider bu, ve falan noktada salınır, kararsız kalır, libidonun esas alanıyla ilgilidir bu.
Çok gerici, çok folklorik bir territoryalitede devrimci bir tohum ortaya çıkabilir (bunu hiç bilemeyiz), şizofrenik bir şeyler, delilik gibi bir şeyler, bir deterritoryalleştirme: Bask sorunu: faşizme çok şey verdi onlar, başka şartlarda olsa bu aynı azınlıklar ortaya çıkarılabilir, bu tesadüfen olur demiyorum, devrimci bir rol oynayabilir bu azınlıklar. Son derece karmaşık, anlaşılmaz bir şeydir bu: politk analiz düzeyinde öyle değildir, bilinçaltının analizi düzeyinde öyledir: nasıl oluyor bu [comment ça tourne]. (Mannoni: mahkemenin Schreber ile ilgili kararı konusunda antipsikiyatri –tamamiyle faşist bir delir). Eğer antipsikiyatrinin bir anlamı varsa, eğer şizo-analizin bir anlamı varsa, bilinçaltının analizi düzeyindendir bu, deliri her zaman mevcut bulunan kutbundan, belli bir tür libidinal yatırım içeren faşist gerici kutbundan diğer kutba doğru fırlatmak, devrimci kutba doğru, ağıt ve yavaş olsa da.
Richard: Neden sadece iki kutup?
Deleuze: Bir çok kutup yaratabiliriz, ama temel olarak tabii ki iki büyük yatırım türü vardır, iki kutup vardır. Libidinal yatırımların referansı ana-babadır, bunlar territoryaliteler ve deterritoryalleştirmelerdir, bilinçaltında bulmamız gereken şey budur, özellikle de bilinçaltındaki aşklar düzeyinde.
Doğallık düşü: arı ırkın düşü, sarkaç hareketi, ve diğer taraftan devrimci deterritoryalleştirme düşü.
Analistin divanında neler olup bittiğini sorarsanız, yine flükslerdir, anlaştık o halde, fakat burada ortaya koyduğum sorun şu olurdu: kapının altından geçen flüks türleri var, psikanalistlerin libidonun akışkanlığı dedikleri şey, kendisinin psikanalizin koduna yakalanmasına izin vermeyen çok sapkın bir libido, o halde evet, burada deterritoryalleştirme var, fakat psikanalist şöyle diyor: kontr-endikasyon.
Lacan açısından psikanalizde benim canımı sıkan şey kastrasyon inancıdır. Aile bir iletim sistemidir, bir nesilden diğerine sosyal yatırımlardır, fakat ben bunun sosyal yatırımlar için zorunlu bir öğe olduğunu hiç sanmıyorum, çünkü her şekilde, kendi başlarına büyük sosyal mekanizmaların libidinal sosyal yatırımlarını oluşturan arzu mekanizmaları vardır. Eğer deli kendi arzu mekanizmalarıyla yetinen ve sosyal yatırımlara girişmeyen kişidir derseniz, ben size uymam: her delilikte, tarihsel, politik ve sosyal alanın özgün bir türde yoğun bir yatırımını görüyorum ben, hatta donuklaştırılmış kişilerde bile. Çocuk için olduğu kadar yetişkin için de aynı derecede geçerlidir bu, daha küçük çocukluktan itibarendir ki arzu mekanizmaları sosyal alana girerler. Kendi içinde, bütün territoryaliteler deterritoryalleştirme hareketine oranla birbirlerine eşdeğerdirler, ama territoryalitelerin, tiplerinin ve fonksiyonlarının bir tür şizo-analizi vardır, ve fonksiyondan ben şunu anlıyorum: eğer arzu mekanizmaları büyük deterritoryalleştirmenin tarafında iseler, yani territoryalitelerin ötesinde isteğin yolunda iseler, eğer istemek kendini territoryallikten arındırmaksa, diyebiliriz ki her territoryalite tipinin şu veya bu türden bir mekanizmal göstergeyi kaldırma yeteneği vardır: mekanizmal gösterge bir territoryalitede o territoryalitenin bir deterritoryalleştirme yönünde gitmesini sağlama yeteneği olan şeydir. O zaman düş örneğini alıyorum, mekanizmaların rolünü açıklamaya çalışmam açısından çok önemlidir bu, psikanalizin bakış açısından farklıdır: bir uçak geçtiğinde ya da bir dikiş makinası –düş bir tür küçük hayali territoryalitedir, uyku ya da kabus deterritoryalleştirmedirler- deterritoryalleştirmelerin ve yeniden territoryalleştirmelerin sadece birbirlerine göre varolduklarını söyleyebiliriz, fakat siz, şu veya bu territoryalite üzerindeki göstergelerden muhtemel bir deterritoryalleştirme gücünü tahmin edebilirsiniz, yani o gücün desteklediği kaçan flüksleri –kaçmak ve kaçarken de kaçırmak, başkalarını değil de sistemden bir şeyleri, bir parça.
Bir territoryalitedeki mekanizmal gösterge, o territoryalitede flükslerin kaçmasını sağlarken o territoryaliteden kaçma gücünü ölçen şeydir, bu açıdan bütün territoryaliteler eşdeğer değildirler. Yapay territoryaliteler vardır, ne denli kaçarsa ve kaçarken ne denli kaçırabilirse o denli territoryallikten sıyrılır bu.
Aşklarımız, bize oranla bizleri deterritoryalleştiren ya da yeniden terriyoryalleştiren bir territoryalite üzerine kuruludurlar daima. Bu açıdan, yanlış anlaşılmalar var, ve şizo-analizin sorununu teşkil eden bütün bir yatırım oyunu: gönderge olarak aileyi almak yerine, deterritoryalleştirme ve yeniden territoryalleştirme hareketleri gönderge olarak alınıyor.
Zehren: Demek istediğim, kod ifadesini ilkel denen topluluklar için kullandın sen, oysa ki ben bunları kod terimleriyle düşünmenin mümkün olmadığını düşünüyorum, çünkü önemli bir hedef var, değiş-tokuş gerektiriyor bu, çünkü değiş-tokuş edilmesi zorunlu olan bir borç var. Onların toplumundan bizim topluma geçen şey borcun kaybolmasıdır, o yüzden şizofrenin kapitalizmin negatifi olduğunu ve kapitalizmin de ilkel toplulukların negatifi olduğunu söylediğinde sen, çok iyi görülüyor ki kaybolan şey kastrasyondur. Bu temel hedefle, kapitalizmin kastrasyonun üstünü çizerek yaptığı şeye geliyorsun. Kapitalizmde dışarda kalan şey başlangıçtaki bu hedeftir, ve Marx’ın yapmaya çalıştığı şey, borç kavramını yeniden içine sokmaktır. Bana gerici bir yatırım kutbu ve devrimci bir kutup önerdiğinde, ben diyorum ki, “devrimci” ve “gerici” kavramlarını, senin demek istediğin şeyi kabul etmeye izin vermeyen bir alanda ortaya konulmuş oldukları gibi alıyorsun sen zaten.
Kupürü kullanıyorsun, Oedipe’in ve kastrasyonun geride kaldığını kabul etmek istiyorum elbette, ama kapitalizm ...
Etiketler:
akım,
aksiyom,
deleuze,
gilles deleuze,
kapitalizm,
kod,
şizofreni,
territoryal,
yersizyurtsuzlaştırma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)