8 Haziran 2012 Cuma

RÜYALAR, MESSIER, NAPOLYON…


Rüyalar insanda barınan başka bir benliğin hayatı gibidir. Bizler uyuduğumuzda içimizde bir başkası uyanır ve gündelik varlığını sürdürür. Var olduğumuz süre boyunca gördüğümüz bütün rüyalar, içimizde devinen o kişinin yaşam öyküsünü oluşturur. Onun yaşamı bizim için yalnızca sonuçsuz bir rüya olsa da...  
Büyük Moğol İmparatorluğu, küçük bir çocuğun gördüğü bir düşten doğmuştur. Cengiz Han hükümdar olduğunda, henüz 12 yaşında toy bir delikanlıyken gördüğü bir düşün peşinden koşmuştur hep. Düşünde devasa bir kartalın sırtında gökyüzünde süzülürken gördüğü bereketli topraklar ve birbirinden güzel yılkılar onu büyülemişti. Hükümdarlığı süresince fethettiği her bir toprak parçasıyla düşlerindeki imparatorluğu kurduğunda, hayal ve gerçek bir bütün olmuştu artık.

Freud psikanaliz yöntemini inşa ederken, mitlerden olduğu gibi yaşanmış tarihsel olaylardan ve gerçek tarihi kişiliklerden de yararlanmıştı. Rüyalar üzerinde çalışmalar yaparken, kendi teorileri için bir uygulama olarak ilginç bir tür deney gerçekleştirmişti. Ünlü tarihi kişiliklere ait yaşam öykülerine spesifik bazı rüyalar enjekte etti ve rüyaların kişilikler ve kişisel kararlar üzerindeki etkilerinden yola çıkarak tarihsel olayların nasıl bir gelişim izleyebileceğini bulmaya çalıştı. Moğol hükümdarı Cengiz Han bu deneyde Freud’un deneklerinden biriydi. Freud bu hükümdarın geleceğini şekillendiren ve yukarıda bahsettiğimiz rüyayı onun yaşam öyküsünden çıkardı ve yerine tamamen farklı yönde bir rüya ikame etti. Bu rüyada genç Cengiz Han, gelecekte hükümdar olduğunda yakın bir aile bireyi tarafından ihanete uğrayacağını ve hükümranlığının son bulacağını görüyordu. Ancak bu kişinin kim olacağı konusunda herhangi bir ipucu yoktu.
Freud’un deneyden elde ettiği sonuç yeni bir tarih ortaya çıkardı. Buna göre Cengiz Han, ona büyük bir imparatorluk kurma ilhamı veren rüyadan yoksun kaldığında, geleceğe dair öngörüleri kısırlaşmış ve anlık kişisel hırslarla hareket eden vasat ve dengesiz bir hükümdar olup çıkıyordu. Büyük bir imparatorluk kurmak şöyle dursun, ihanete uğrayacağı yönündeki saplantısı yüzünden, hükümranlığı sırasında aldığı yanlış ve fevri kararlar Moğol ülkesini kısa sürede yok olmanın eşiğine getiriyordu; kendi korkusunun kurbanı olan Cengiz Han sonunda onursuz bir şekilde ölüyor ve sorunlu bir kişilik olarak tarihe geçiyordu.
1792 yılında, Fransız Devrimi tüm ateşiyle sürerken, genç bir şair olan Jean-François Messier, eski bir kraliyet hapishanesindeki hücresinde, geleceğinden ümidini kesmiş bir halde geçmişiyle yaşama tutunmaya çalışıyordu. Kısa zamanda Devrime karşı işlediği suç sabit görülecek ve idama mahkum edilecekti. Ancak, hapiste kaldığı kısa süre içerisinde, yaşadığı trajedi dramatik bir başarı öyküsüne dönüşmüş ve bir zamanlar yazmayı düşlediği en güzel şiirleri ancak dört duvar arasında kaldıktan sonra yazabilmişti. Freud’a göre bu durum kastrasyon kompleksinin bir tür uzantısı ya da farklı bir versiyonuydu. Ölümü bekleyen genç şair, yaşamıyla birlikte sanat serüveninin de çok erken bir noktada sonlanacağı gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında, sanatçı ve şair kimliğinin iğdiş edilmesi korkusunu bir tür panik duygusu içerisinde derinden hissetmişti. Sıradan şiirler yazmanın ötesine geçememiş vasat bir şair olarak ölmenin, hiç hatırlanmayacak olmanın verdiği korku.

Moğol hükümdarıyla genç şair Messier’i birleştiren nokta ise, bir rüyadan kaynaklanan hayali ölüm korkusu ile idam şeklinde gerçek bir ölüm korkusunun yarattığı zıt yönde iki farklı etkidir. Cengiz Han, gerçek hayatta saplantıya dönüşen bir rüyadan dolayı düşsel bir ölümü gerçeğe dönüştürüp kendi yıkımını yaratırken, Messier kesinleşmiş bir ölüm hükmünü verimli bir yatırıma dönüştürmüş ve edebiyat tarihinde iz bırakan bir şair oluvermişti. Freud, Cengiz Han’ın rüya karşısında verdiği tepkinin tanatomani niteliği taşıdığını düşünüyor ve oldukça çarpıcı bir noktaya dikkat çekiyordu: Cengiz Han soyut bir rüyanın etkisiyle somut bir ölümden korkuyordu; Messier ise somut bir ölümü karşılamaya hazır olduğu halde, soyut bir ölümü yani edebiyat ve sanat bağlamında Messier isminin ölümünü büyük bir dehşet duygusuyla karşılıyordu. 
          Napolyon Bonapart Sainte-Helene adasındaki küçük krallığına hapsedildiğinde, yaşadığı büyük çöküntünün en önemli nedenlerinden biri de onun Tanrı karşısında duyduğu büyük hayal kırıklığıydı. İktidarının ilk dönemlerinde Kilise’yle arasına net bir mesafe koyan Napolyon ilerleyen yıllarda dinin politik avantajından yararlanması gerektiğini anlamıştı. Vatikan’ı kısa sürede yanına çekerek kendisini Hıristiyanların imparatoru ilan etmesine rağmen, bununla yetinmeyeceğini biliyordu. Sainte-Helen’de yazdığı anılarından anlaşıldığı kadarıyla, Tanrı’nın yeryüzü krallığını kurmak için yola çıkmıştı ancak Tanrısı onu yarı yolda bırakmıştı. 


Burada cevaplanması gereken önemli bir soru ortaya çıkıyordu. Hükümranlığının ilk yıllarında Kilise’den uzak duran ve hatta Kilise’yi kendi iktidarı için gereksiz bulan bir kişinin daha sonra Tanrı’nın krallığını kurma yolunda kendisini feda edişinin nasıl bir açıklaması olabilirdi? İlk bakışta bu durum yine politik bir manevra gibi görülebilir; ancak Napolyon anılarında bunları ifade ederken oldukça samimiydi ve içten bir üzüntü duyuyordu. Rüyalar üzerinde çalışmalar yapan bir başka isim olan Amerikalı psikanalist Bertram Lewin’e göre bu durumun muhtemel tek bir açıklaması vardı. Napolyon Bonapart büyük olasılıkla gördüğü bir rüyanın etkisiyle kendi iktidarına yeni bir anlam kazandırmıştı ve dünya imparatoru olma yolunda kurduğu düşler Kilise’yle aralarında oluşan bağla birleştiğinde, kendi eylemleri için aşkın bir amaç ortaya çıkmıştı. Böyle bir rüya görmesine neden olan şeyse, gerçekleştirmeye çalıştığı ideallere duyduğu inancın kendi içinde yarattığı güçlü telkinler olabilirdi. Ancak Napolyon’un iktidarının ilk dönemine ilişkin anılarında bu yönde net bir ifade yer almaz; Lewin’e göre bunun nedeni, Napolyon’un, kesin bir başarı olmadan kendini bir tür Mesih ilan etmesinin yaratabileceği sakıncalar konusunda duyduğu endişeydi. Bununla birlikte, Napolyon anılarında bir yerde şöyle diyordu: “Zafere giden yolda bana yapılan büyük ihanet…” Elbette ki, böyle bir sözün birçok şekilde yorumlanabileceği aşikârdır. Nihayetinde Lewin’in açıklamaları da bir yorum olmanın ötesinde bir iddia taşımaz. 
Bununla birlikte Lewin açıklamalarını şöyle bir sonuca bağlar: Napolyon, Tanrı’nın yeryüzü krallığını inşa eden kurtarıcı Mesih olamamıştı; fakat buna karşın, Tanrısı tarafından terk edilen ikinci bir İsa olduğunu derinden hissetmişti ve bu durum, yaşadığı derin çöküntünün son derece dramatik bir nitelik kazanmasına neden olmuştu. 
Annabel Martin rüyalar hakkında şöyle der: Rüyalar gerçekliğin barındırdığı birer olasılıktır; yaşam bir olasılığın gerçekleşmiş halidir. İnsan bilinmeyenler karşısında daima taviz verir.  

(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok: