Rüyalar insanda barınan başka bir benliğin hayatı gibidir. Bizler
uyuduğumuzda içimizde bir başkası uyanır ve gündelik varlığını sürdürür. Var
olduğumuz süre boyunca gördüğümüz bütün rüyalar, içimizde devinen o kişinin
yaşam öyküsünü oluşturur. Onun yaşamı bizim için yalnızca sonuçsuz bir rüya olsa da...
Büyük Moğol İmparatorluğu, küçük bir çocuğun gördüğü bir düşten
doğmuştur. Cengiz Han hükümdar olduğunda, henüz 12 yaşında toy bir
delikanlıyken gördüğü bir düşün peşinden koşmuştur hep. Düşünde devasa bir
kartalın sırtında gökyüzünde süzülürken gördüğü bereketli topraklar ve
birbirinden güzel yılkılar onu büyülemişti. Hükümdarlığı süresince fethettiği
her bir toprak parçasıyla düşlerindeki imparatorluğu kurduğunda, hayal ve
gerçek bir bütün olmuştu artık.
Freud psikanaliz yöntemini inşa ederken, mitlerden olduğu gibi
yaşanmış tarihsel olaylardan ve gerçek tarihi kişiliklerden de yararlanmıştı.
Rüyalar üzerinde çalışmalar yaparken, kendi teorileri için bir uygulama olarak
ilginç bir tür deney gerçekleştirmişti. Ünlü tarihi kişiliklere ait yaşam
öykülerine spesifik bazı rüyalar enjekte etti ve rüyaların kişilikler ve
kişisel kararlar üzerindeki etkilerinden yola çıkarak tarihsel olayların nasıl
bir gelişim izleyebileceğini bulmaya çalıştı. Moğol hükümdarı Cengiz Han bu
deneyde Freud’un deneklerinden biriydi. Freud bu hükümdarın geleceğini
şekillendiren ve yukarıda bahsettiğimiz rüyayı onun yaşam öyküsünden çıkardı ve
yerine tamamen farklı yönde bir rüya ikame etti. Bu rüyada genç Cengiz Han,
gelecekte hükümdar olduğunda yakın bir aile bireyi tarafından ihanete
uğrayacağını ve hükümranlığının son bulacağını görüyordu. Ancak bu kişinin kim
olacağı konusunda herhangi bir ipucu yoktu.
Freud’un deneyden elde ettiği sonuç yeni bir tarih ortaya çıkardı.
Buna göre Cengiz Han, ona büyük bir imparatorluk kurma ilhamı veren rüyadan
yoksun kaldığında, geleceğe dair öngörüleri kısırlaşmış ve anlık kişisel
hırslarla hareket eden vasat ve dengesiz bir hükümdar olup çıkıyordu. Büyük bir
imparatorluk kurmak şöyle dursun, ihanete uğrayacağı yönündeki saplantısı
yüzünden, hükümranlığı sırasında aldığı yanlış ve fevri kararlar Moğol ülkesini
kısa sürede yok olmanın eşiğine getiriyordu; kendi korkusunun kurbanı olan
Cengiz Han sonunda onursuz bir şekilde ölüyor ve sorunlu bir kişilik olarak
tarihe geçiyordu.
1792 yılında, Fransız Devrimi tüm ateşiyle sürerken, genç bir şair olan
Jean-François Messier, eski bir kraliyet hapishanesindeki hücresinde,
geleceğinden ümidini kesmiş bir halde geçmişiyle yaşama tutunmaya çalışıyordu.
Kısa zamanda Devrime karşı işlediği suç sabit görülecek ve idama mahkum
edilecekti. Ancak, hapiste kaldığı kısa süre içerisinde, yaşadığı trajedi
dramatik bir başarı öyküsüne dönüşmüş ve bir zamanlar yazmayı düşlediği en
güzel şiirleri ancak dört duvar arasında kaldıktan sonra yazabilmişti. Freud’a
göre bu durum kastrasyon kompleksinin bir tür uzantısı ya da farklı bir
versiyonuydu. Ölümü bekleyen genç şair, yaşamıyla birlikte sanat serüveninin de
çok erken bir noktada sonlanacağı gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında, sanatçı
ve şair kimliğinin iğdiş edilmesi korkusunu bir tür panik duygusu içerisinde
derinden hissetmişti. Sıradan şiirler yazmanın ötesine geçememiş vasat bir şair
olarak ölmenin, hiç hatırlanmayacak olmanın verdiği korku.
Moğol hükümdarıyla genç şair Messier’i birleştiren nokta ise, bir
rüyadan kaynaklanan hayali ölüm korkusu ile idam şeklinde gerçek bir ölüm
korkusunun yarattığı zıt yönde iki farklı etkidir. Cengiz Han, gerçek hayatta
saplantıya dönüşen bir rüyadan dolayı düşsel bir ölümü gerçeğe dönüştürüp kendi
yıkımını yaratırken, Messier kesinleşmiş bir ölüm hükmünü verimli bir yatırıma dönüştürmüş
ve edebiyat tarihinde iz bırakan bir şair oluvermişti. Freud, Cengiz Han’ın
rüya karşısında verdiği tepkinin tanatomani niteliği taşıdığını düşünüyor ve
oldukça çarpıcı bir noktaya dikkat çekiyordu: Cengiz Han soyut bir rüyanın
etkisiyle somut bir ölümden korkuyordu; Messier ise somut bir ölümü karşılamaya
hazır olduğu halde, soyut bir ölümü yani edebiyat ve sanat bağlamında Messier isminin ölümünü büyük bir dehşet
duygusuyla karşılıyordu.
Napolyon Bonapart Sainte-Helene adasındaki küçük krallığına
hapsedildiğinde, yaşadığı büyük çöküntünün en önemli nedenlerinden biri de onun
Tanrı karşısında duyduğu büyük hayal kırıklığıydı. İktidarının ilk dönemlerinde
Kilise’yle arasına net bir mesafe koyan Napolyon ilerleyen yıllarda dinin
politik avantajından yararlanması gerektiğini anlamıştı. Vatikan’ı kısa sürede
yanına çekerek kendisini Hıristiyanların imparatoru ilan etmesine rağmen,
bununla yetinmeyeceğini biliyordu. Sainte-Helen’de yazdığı anılarından
anlaşıldığı kadarıyla, Tanrı’nın yeryüzü krallığını kurmak için yola çıkmıştı
ancak Tanrısı onu yarı yolda bırakmıştı.
Burada cevaplanması gereken önemli bir soru ortaya çıkıyordu.
Hükümranlığının ilk yıllarında Kilise’den uzak duran ve hatta Kilise’yi kendi
iktidarı için gereksiz bulan bir kişinin daha sonra Tanrı’nın krallığını kurma
yolunda kendisini feda edişinin nasıl bir açıklaması olabilirdi? İlk bakışta bu
durum yine politik bir manevra gibi görülebilir; ancak Napolyon anılarında
bunları ifade ederken oldukça samimiydi ve içten bir üzüntü duyuyordu. Rüyalar
üzerinde çalışmalar yapan bir başka isim olan Amerikalı psikanalist Bertram
Lewin’e göre bu durumun muhtemel tek bir açıklaması vardı. Napolyon Bonapart
büyük olasılıkla gördüğü bir rüyanın etkisiyle kendi iktidarına yeni bir anlam
kazandırmıştı ve dünya imparatoru olma yolunda kurduğu düşler Kilise’yle
aralarında oluşan bağla birleştiğinde, kendi eylemleri için aşkın bir amaç
ortaya çıkmıştı. Böyle bir rüya görmesine neden olan şeyse, gerçekleştirmeye
çalıştığı ideallere duyduğu inancın kendi içinde yarattığı güçlü telkinler
olabilirdi. Ancak Napolyon’un iktidarının ilk dönemine ilişkin anılarında bu
yönde net bir ifade yer almaz; Lewin’e göre bunun nedeni, Napolyon’un, kesin
bir başarı olmadan kendini bir tür Mesih ilan etmesinin yaratabileceği
sakıncalar konusunda duyduğu endişeydi. Bununla birlikte, Napolyon anılarında
bir yerde şöyle diyordu: “Zafere giden yolda bana yapılan büyük ihanet…”
Elbette ki, böyle bir sözün birçok şekilde yorumlanabileceği aşikârdır.
Nihayetinde Lewin’in açıklamaları da bir yorum olmanın ötesinde bir iddia
taşımaz.
Bununla birlikte Lewin açıklamalarını şöyle bir sonuca bağlar:
Napolyon, Tanrı’nın yeryüzü krallığını inşa eden kurtarıcı Mesih olamamıştı;
fakat buna karşın, Tanrısı tarafından terk edilen ikinci bir İsa olduğunu
derinden hissetmişti ve bu durum, yaşadığı derin çöküntünün son derece dramatik
bir nitelik kazanmasına neden olmuştu.
Annabel Martin rüyalar hakkında şöyle der: Rüyalar gerçekliğin
barındırdığı birer olasılıktır; yaşam bir olasılığın gerçekleşmiş halidir.
İnsan bilinmeyenler karşısında daima taviz verir.
(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)