14 Aralık 2014 Pazar

BİR DUYGU OLARAK KAPİTALİZM


Kapitalizm bize nesneler değil, duygular satar; duygular sayesinde yaşar. Bir sistem, bir zor aygıtı, bir makine değil, bir duygu hâlidir kapitalizm. Sınırsız bir şekilde dallanıp budaklanan bir arzular yelpazesidir. Dışarıda yaratılan imgeler yoluyla o arzular birer tohum halinde insanların içine yerleşir, onlardaki zaaflarla döllenir ve ardından orada filizlenmeye, büyümeye, yaşamaya başlar.

Kapitalizm, kapitalizm değilmiş gibi görünen yollarla insanların içine sızar. Hayatın olağan akışı içinde bir duyguyla, sözle, bakışla, izlenimle, çağrışımla, küçük anlarla ve hazlarla onlara nüfuz eder. Bir şey yapmanın mutluluğu ya da yapamamanın verdiği hüzündür kapitalizm. Arzunun varlığı ya da eksikliği üzerine kuruludur. Asıl hedef ötekide oluşan arzudur. Nesneye veya herhangi bir şeye yönelen arzuya değil, onun başkalarındaki yansımasına odaklanırız; o yansımayı gerçekleştirmeye çalışırız. Nesneyi değil, ona bakan gözü hedefleriz; ailenin, arkadaşların, toplumun, sistemin gözünü; kapitalizmin yarattığı gözü ve o gözdeki bakışı. Sartre'ın Gizli Oturum'unda Estelle'in aradığı aynadır kapitalizm. Cehennem ötekinin gözüdür; o gözde oluşan ya da eksik kalan arzudur.

Korkularımız ötekinin gözünde gerçekleşmeyi başaramayan, eksik kalan arzulardır. Bir hiç olmak, bayağı, zayıf, aciz ve acınası bir şey olmak; onaylanmamak, ayıplanmak, suçlanmak, damgalanmak yahut gözlerden yitmek, görülmez ve bilinmez olmak. Nihayetinde, önemli olan hayatta kalmak değil, bizim adımıza arzulanan hayatı yaşamaktır; işin püf noktası ise insanların bunu kendi iradeleriyle arzuladığını sanmasıdır; kapitalizmin yaptığı bir büyüdür bu.

Olmayı arzuladığımız şeyler ile olmaktan korktuğumuz, arzulamadığımız şeyler. Köklü bir şekilde içimize ekilen, bizi yöneten duygular. Kapitalizm bir kez bunu başardığında, artık bize herhangi bir şeyi zorlamasına, dayatmasına, "satmasına" gerek kalmaz. Biz kendimiz gider yaparız, kendimiz gider alırız; çünkü bize der ki normal olmanın, kendini iyi hissetmenin, yetkin ve bütünlüklü bir birey (in-dividu) olmanın yolu budur artık (ya da bunu bir kaçınılmazlık olarak görür ve bir çaresizlik şeklinde yaşadığımızı düşünürüz). Bir kez bu yola girdikten sonra, arzu mekanizması hep işler; çünkü bize yöneltilen bakışlar her an değişmekte, çeşitlenmekte, yeni beklentiler yaratmaktadır; o bakışlardaki varlığımızı sürdürebilmek için kesintisiz arzulamaktan başka yol yoktur. Sürekli arzulayan, tam donanımlı ve tam zamanlı bir arzu makinesi.

Bu yüzden, kapitalizm dışarıda bir yerlerde, bize hükmeden, kontrol edemediğimiz bir güç değildir. Arzular yoluyla içimize davet ettiğimiz bir virüstür. Ama kapitalizm burada yeni bir büyüye başvurur. Kendini adeta bir mite dönüştürür ya da bizim dışımızda, kendi başına işleyen bir makine görünümü kazanır. İçimize nüfuz edip büyüyen bir hastalık iken, biz onu dışarıdan gelen bir trafik kazasına benzetiriz. Böylece, kontrolün bizde olmadığına inanarak sorumluluktan kurtuluruz. Kontrolsüzlük duygusuyla kendi içsel kontrolümüzü sağlarız. Oysa bunu yaparken o büyük kontrolün, bizi aştığını söylediğimiz kontrolün bizzat üreticisi oluruz: Kontrol bizdedir; yaptıklarımızda, düşündüklerimizde, arzuladıklarımızdadır. Kapitalizm kendi ayakları üzerinde duran bir şey değildir; çünkü onun ayakları biziz; sayısız, arzulu ve gönüllü ayaklar.

Nesneler, göstergeler, arzu ve prestij yatırımları dünyasında, insan zaaflarla sakatlanmış bir varlık. Kapitalizm irili ufaklı arzular ve korkular hâlinde içimizde yaşadığı sürece bu makine işlemeye devam edecek. Ve şundan emindir kapitalizm: Neredeyse tüm insanların, hatta muhalif olanların içinde bile onları kendine yaklaştıracak bir duygu kırıntısı, duygusal bir bağ yaratmayı başarmıştır. 

Bu yıkıcı arzulara karşı direnen, mücadele eden, bedel ödeyen, hayatını yitiren insanları ayrı tutarsak, kabul edelim ki insanlar çoğunlukla oyalanıyor sadece. Çeşitli gündemlerle, alışkanlıklarla, işle, şunla, bunla. Gerçek bir değişim isteyen çok az. Sonrası insanları korkutuyor çünkü. Büyük değişimden sonraki belirsizlik, şimdiki karmaşadan ve yanlışlardan daha ürkütücü geliyor insanlara. Bu da şimdiye razı olmalarına, var olanı sürdürmelerine, değişimi ertelemelerine, büyük, egemen ve buyurgan kodu her gün yeniden üretmelerine neden oluyor. Zorluklar yaşamaktan, bedel ödemekten, sıkıntıya düşmekten, göreceli rahatımızın kaçmasından korkuyoruz. Küçük arzularımız, küçük zevklerimiz var ve bunlarla oyalanıyoruz, mutlu oluyoruz; bunun kolaylığına alışmışız. Hiç kuşkusuz, kapitalizm bize minnettardır bunun için...

Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 

10 Mayıs 2014 Cumartesi

CERVANTES, YENİ DÜNYA, AVROSANTRİZM


Yeni Dünya’nın keşfi Eski Dünya’da yaşayanlar açısından gerçek anlamda çok yönlü bir değişim ve dönüşümü ifade eder. Bu büyük keşif, binlerce yıldır kendilerini yeryüzünün merkezi olarak görenlerin üzerine yerleştikleri zemini kaydırmış, göreceli hale getirmiştir. Bu açıdan bakıldığında, Yeni Dünya’ya sahip olma uğrunda verilen küresel mücadelenin yegâne amacının onu kendine mal edip zenginliklerinden istifade etmek olmadığını görürüz. 

José Rabasa, Amerika’nın Keşfi, İspanyol Tarih Yazımı ve Avrupa Merkezciliğin Oluşumu adlı kitabında, Amerika’nın keşfinin ve Yeni Dünya’nın kuruluşunun Avrupa’daki yerleşik algıda yarattığı kırılmayı, o dönemdeki elit çevrelerin bu yöndeki algıyı bertaraf etme ve Amerika’yı Eski Dünya’ya eklemleyerek Avrupa’nın merkezî rolünü teorik ve pratik olarak tesis etme çabalarını ve bu süreçte yaşanan tartışmaları ele alır. XVI. ve XVII. Yüzyılda özellikle ünlü İspanyol kâşifler, bilginler, gezginler ve aynı zamanda teologlar tarafından oluşturulan anlatılarından yola çıkan Rabasa, o dönemde uygulamaya konulan siyasal, territoryal, ekonomik programların ve aynı zamanda bilimsel ve entelektüel üretimin artalanında yatan Avrupalılık düşüncesini ortaya koymaya çalışır.  
Rabasa’ya göre fethetmek, sömürmek, siyasal, dinsel ve ekonomik yeni güç alanları yaratmak nihai hedefin yalnızca görüntüsünü oluşturur. XVI. Yüzyıl Avrupası’nda yaşayan elit kesimler için asıl yapılması gereken, dünyanın merkezinde olma veya merkezi oluşturma duygusunu yeniden yakalamak ve pekiştirmektir. Amerika’nın keşfini takiben, başta İberyalılar olmak üzere Avrupa’da söz sahibi olan çevreler, kâşifler, bilim adamları ve entelektüeller aracılığıyla dünyaya dair bütünlüklü bir görüntü çizmeye ve Avrupa’nın bu görüntünün merkezinde sahip olduğu konumu sağlamlaştırmaya yönelik evrensel bir programı hayata geçirmeye çalışırlar.  

Kâşifler yeryüzünde bilinmeyen ve insanın ayak basmadığı tek bir yer kalmaması için dört bir koldan keşif gezilerine çıkarlar. Yeni Dünya’nın derinliklerinde, okyanuslarda ve Uzak Doğu’da keşifler ve dolayısıyla fetihler birbiri ardına gelir. Meşhur conquistador Hernan Cortes Meksika’yı İspanyol tahtına bağlarken, Pedro de Mendoza Güney Amerika’da ve Macellan ise Pasifik’te İberya hâkimiyetine giden yolu açarlar. Keşif ve fetihlerin niteliği ne olursa olsun, hepsinin ait olduğu yer Avrupa’dır ve elde edilen bütün kazanımlar onun hesabına yatar. Rabasa’nın deyimiyle, dünya Avrupa’da toplanır. Kâşiflerin ortaya koyduğu yeni bilgilerden yola çıkan coğrafyacılar parçaları bir araya getirip yeryüzünün haritasını yeniden düzenleyip tamamlamaya çalışırlar. Abraham Ortelius, coğrafya biliminin enstrümanlarını kullanarak Avrupa merkezciliği görsel bir temsille buluşturan en önemli isim olmuştur. Modern anlamda ilk atlasın yaratıcısı olan Ortelius, Amerika ile yeni keşfedilen diğer toprakları Eski Dünya’nın birer parası olan Asya ve Afrika’yla aynı düzleme yerleştirirken, Avrupa dünyanın merkezi ve hakimi olarak kendini gösterir yeniden. Bütün dünyayı bir arada gösteren bu büyük Atlasta İmparator Montezuma’nın görkemli Amerikası’nın kenarda kalmış vahşi ve ilkel bir figür olarak yer alması nedensiz değildir; buradaki amaç, fazlasıyla büyük ve zengin bir kıta olan Amerika’nın ortaya çıkışının dünyada bir merkez kayması yaratacağı yönündeki her türlü algılamanın bir yanılsamadan ibaret olduğunu göstermektir. 

Öte yandan kozmograflar dünyanın ve dolayısıyla Avrupa’nın bulunduğu konumu gök cisimlerine ve yıldızlara göre hesaplayarak onun merkez olma iddiasını evrensel verilerle kanıtlamakla uğraşırlar. Bu noktada Rabasa, konuyu anlamamız açısından oldukça öğretici örnekler verir. Bu örneklerden birinde, Avrupa’da doğup büyüyen fakat Yeni Dünya’nın başkenti Meksiko’da yaşayan kozmograf Enrico Martinez’den söz eder. Martinez yeni coğrafik keşifler ışığında ve astronomik veriler yardımıyla kozmografik bir takım hesaplamalar yapar. Buna göre, Terazi Burcunun 15. derecesinde bulunan Avrupa, yalnız dünyanın değil aynı zamanda evrenin de merkezindedir. Ayrıca, yeryüzünde yeni keşfedilen alanların ve orada yaşayan insanların sahip olduğu düşük nitelikler dikkate alındığında, Martinez’e göre, Avrupa’nın konumu çok daha kritik bir önem kazanır ve bu da onun merkezî rolünü sağlamlaştırır. “Bilimsel verilerin ve kozmografik hesaplamaların yetmediği yerde çoğu zaman astrolojik tahminler ve kehanetler devreye girer” diyor Rabasa. Sözgelimi İtalyan Antonio Torcuato, De eversione Europae prognosticon olarak bilinen kehanetlerinde, Avrupa’nın ve Hıristiyanlığın can düşmanı kabul edilen Türk imparatorluğunun ne zaman ve ne şekilde yıkılacağına dair oldukça net öngörülerde bulunur. Torcuato’ya göre bu yıkımın ardından Hıristiyanlığın yeryüzündeki ebedi hâkimiyeti başlayacak ve böylece Avrupa dünyanın tartışmasız yegâne merkezi haline gelecek, dünyanın kalbi olacaktır. Enrico Martinez, ünlü kâhin Eritre’nin vaktiyle dile getirdiği kehanetler göz önüne alındığında Torcuato’nun gelecekle ilgili öngörülerinin akla ve gerçeklere son derece uygun olduğunu ifade ederek kendi çıkarımlarının sağlamlığına olan inancını pekiştirir. 

Rabasa’nın çalışmasında dikkatimizi çeken en önemli noktalardan biri entelektüellerle ilgili değerlendirmeleridir. Ona göre, Avrupalı entelektüeller kâşiflerin, coğrafyacıların ve kozmografların çalışmalarından çıkan sonuçları ve gezginlerin anlatılarından hareketle elde edilen bilgileri yorumlayıp düşünsel çıkarımlar yapan ve bu çıkarımları felsefe, sanat ve edebiyat eserleriyle taçlandıran kişiler olacaktır. Venedikli ressam Francesco da Ponte Universalis adlı eserinde, resim sanatında görselliğin dayandığı odak noktasından hareketle evrenin odak noktası tezini ortaya atar. Ponte’ye göre, dünyada varolan bütün şeylerde olduğu gibi, dünyanın kendisinin de bir odak noktası olmalıdır: Tarihsel, bilimsel, felsefi, sanatsal ve elbette ki dinsel yönlerden yani insanlık açısından büyük önem arz eden bir nokta. Ponte dünyada öne çıkan çeşitli bölgeleri bir takım kriterler üzerinden eledikten sonra, aranan odağın Avrupa olduğu sonucuna varır. Her şeyden önce Tanrı, insanlığa sunduğu inancın yaşayıp gelişeceği yer olarak Avrupa’yı seçmiştir. Ayrıca Avrupa dünya insanlarının her zaman arzuladığı ve ele geçirmeye çalıştığı yer olmuştur. O dönemde (XVI. Yüzyılda) Kilise’nin en büyük düşmanı olan Osmanlı’nın her fırsatta Avrupa’ya egemen olmaya çalışması da onun dünya üzerinde sahip olduğu konumun önemini gösterir. Uzun yüzyıllar boyunca insanlığın habersiz olduğu ve henüz keşfedilen Yeni Dünya’nın Avrupa’yla kıyaslanamayacak bir yer olduğunun anlaşılması da Ponte’nin tezinin nihai kanıtını oluşturur. Bu ve buna benzer gerçeklerden yola çıkıldığında, Ponte’ye göre evrenin odak noktasının da yine Avrupa olduğu anlaşılır. Zira Tanrı dünyayı evrenin merkezi kılmıştır ve dolayısıyla dünyanın odak noktası olan Avrupa evrenin de odak noktası haline gelir. 

Buna benzer bir düşünceyi Campanella’da da görürüz. De Monarchia Hispanica adlı eserinde Campanella, İberya öncülüğünde Avrupa’da kurulacak bir Hıristiyan dünya birliğinin savunuculuğunu yapar. Ona göre böyle bir birlik, Katolik Hıristiyanlığın birleştirici gücü olan Papa’nın liderliğindeki Avrupa’yı dünyanın efendisi haline getirecek ve hatta bizzat dünyanın kendisi kılacaktır. Ancak Ponte’den farklı olarak, Campanella Yeni Dünya’yı yalnızca bir periferi ya da dünya egemenliği programını finanse edecek bir kaynak olarak görmez. Ona göre Amerika, Hıristiyanlığı ve Avrupa’nın varlığını tehdit eden Osmanlı İmparatorluğu gibi bir tehlike düşünüldüğünde, en kötü senaryonun gerçekleşmesi durumunda Hıristiyanlığın ve Avrupalılığın sığınacağı bir liman olacaktır. Bu ikisi Yeni Dünya’nın zenginliğinden aldığı güçle küllerinden doğacak ve vakti geldiğinde Avrupa’ya yeniden hakim olarak oradaki ebedi varlığını tesis edecektir. Bu nedenle Campanella Amerika’nın güçlendirilmesi gereken bir kale olduğunu düşünür ve üstün bir donanıma kavuşturulması gerektiğine inanır. 
Ancak, başta Amerika olmak üzere dünyanın büyük bir bölümünün keşfedilmesi, o güne kadar bilinmeyen toprakların ve insan toplulukların ortaya çıkışı karşısında entelektüellerin verdiği tepkiler yalnızca Avrupa merkezci bir çerçeveyle sınırlı kalmaz. Daha doğru bir ifadeyle, gezginlerin adım adım dolaştığı bir dünyanın sahip olduğu çeşitlilik, farklı kültürlerin ve yaşam biçimlerinin taşıdığı özgünlük ve bütün bunlara yönelik egzotizm algılaması, entelektüellerde ötekiye dair merak duygusu, onu tanıma ve anlatma isteği uyandırmıştır. Büyük kâşiflerin ve fatihlerin farklı kültürlere ve insanlara yönelik pejoratif bakış açısının yanında, gezginler ve onların hikâyelerini izleyen yazarlar anlatılarında dünyanın bir parçası olma duygusunu yakalamaya çalışırlar. Rabasa’ya göre bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri olan Cervantes, macera ve heyecan dolu yaşantısında tanık olduğu dünyaları kimi eserlerinde büyük bir sempatiyle canlandırmıştır.  

Cervantes, dehşetin ve görkemin bir arada yaşandığı İnebahtı savaşında birbiriyle zıtlaşan insanların çatışmasını izlerken, karşısında gördüğü şeyin yalnızca bir savaş ve savaşan insanlar değil, dünyanın bizzat kendisi olduğunu fark eder. Birkaç yıl sonraki Navarino, Bizerte ve Tunus seferlerine katılmasının asıl nedeni dünyanın bilmediği yönlerine tanık olma arzusudur. Manuel Ponce de León’un komutasında gerçekleşen bu seferlerle ilgili olarak León’un kaleme aldığı raporlarda Cervantes’le ilgili çarpıcı ifadeler yer alır. León’a göre, Alcalálı Miguel de Cervantes, savaşta kazanacağı ganimetlerden ötesini görmeyen sıradan bir savaşçı olmaktan fazlasıyla uzaktır. O her şeyden önce bir maceracıdır; gezip gördüğü yerlere bir kâşif gözüyle bakar ve her seferinde yeni ufuklara açılmaya hazırdır. Cervantes’in gözünde dünyayı tanımak ona sahip olmanın yarısıdır. Farklı coğrafyalara ve farklı yaşam biçimlerine tanıklık etmek, tek kelimeyle yeryüzünde olup bitenler üzerine düşünmek, Dünyayı düşünmektir. 

Dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen Don Quichotte’taki serüvenci ruh Cervantes’in kendi içinde gerçekleştirdiği bu büyük keşiften alır kaynağını. Romanda dışarıya yönelik bir atılım olarak kendini gösteren yola çıkma teması yeni ve bilinmeyene, ötekiye ve onun yaşadığı dünyaya açılma isteğinin bir sonucudur. Protagonistin düşlediği kahramanlıklar, kötüye karşı iyinin yanında olma çabası, yaşadığı dünyaya ortak olan ötekiye yönelik kaygıyı ifade eder. Bu kaygıdan doğan girişimlerin son tahlilde genel olarak başarısızlıkla sonuçlanması, kahramanın yaşadığı dönemin sorunlu yapısına dair alegorik bir temsildir. Nihayetinde siyasal, territoryal, ekonomik ve din merkezli rekabetler ve çatışmalar gerçek hayatta kaotik ve tekinsiz bir dünya manzarası sunar. Bununla birlikte, protagonistin her başarısız girişimin ardından yüzünü ısrarla ileriye dönmesi geçek hayata dair iyimserliğe işaret eder. Ne de olsa eylemsizlik çözümsüzlüktür ve denemek başarmanın yarısıdır. 

Cervantes’in Napoli’den İspanya’ya dönüşü sırasında Cezayirliler tarafından esir alındıktan sonra yaşadığı maceralı hapis hayatının ve başarısızlıkla sonuçlanan dört kaçma girişiminin onun insanlığa ve dünyaya bakışında geçici bir kırılma yarattığı düşünülebilir. Fakat yaşadıklarından esinlenerek kaleme aldığı Cezayir Hamamları onun nihai algısının yine olumlu yönde olduğunu gösterir. Öyle ki, kendisini düşman olarak gören kişilerin asıl amaçlarının onu cezalandırmak veya öldürmek değil de özgür kalması karşılığında istenen yüklü maddi bedel olması, Cervantes’in o an yaşadıklarına dair algısında önemli bir değişim yaratır. Cezayir “macerası” onun gözünde bir tür komedya halini alır. Başarısızlıkla sonuçlanan her kaçma girişiminin ardından Cervantes’in bütün sorumluluğu üstlenmesi de adeta bir oyun oynanıyormuş gibi bir izlenim edinmemize neden olur. Ayrıca, mahkûm olarak kaldığı mekânlarla ve genel anlamda Argel’le ilgili olarak eserde yer alan tasvirler, maceralı olduğu kadar sıkıntılı ve gerilimli bir zaman diliminde bile farklılıklara tanık olmanın kendisi için taşıdığı anlam ve öneme işaret eder. 

Amerika birçok Avrupalı için olduğu gibi Cervantes için de bir çekim alanıdır. Lepanto’da yaşadıklarından sonra onun ufkunun sınırlarını belirleyen şey Amerika’dır. Ancak, Yeni Dünya’yı tanımak isteyen Cervantes’in girişimleri oraları gezip görmüş kimselerin tanıklıklarını dinlemek ve gezginlerin anlatılarını okumakla sınırlı kalır. Bununla birlikte oralarda olup bitenlere yönelik ilgi ve duyarlılığı artarak devam eder. Bir İspanyol olan Cervantes, İspanyollar’ın Yeni Dünya’yı sömürgeleştirme sürecinde sergilediği katı politikalar karşısında Bartolomé de Las Casas’ın fikirlerini savunur. Las Casas Amerika’daki Yerliler’e yönelik acımasız uygulamalara şiddetle karşı çıkmış ve yıllar içerisinde Yerli haklarının savunulmasında bir simge haline gelmiştir. Cervantes entelektüel bir duyarlılıkla konuyu kendi eserlerine taşımakta tereddüt etmez. La Fuerza de la Sangre adlı kısa anlatıda, haksızlığa ve şiddete maruz kalan ve ardından iyi yürekli bir kahraman tarafından kurtarılan genç bir kadının öyküsü üzerinden, ironik bir dille eleştirilerini dile getirir. 
Başa dönmek gerekirse, ilk zamanlar yönetici elit çevrelerde, teologlarda ya da Eski Dünya’ya angaje olmuş entelektüel kimselerde hakim olan eğilimden farklı olarak, zaman içerisinde kimi düşünürler, sanatçılar ve edebiyatçılarda büyük keşifler üzerinden bir bütün olarak dünyayı tanıma, içselleştirme ve dolayısıyla Eski Dünyayı ve Avrupa merkezciliği aşarak dünyaya açılma eğilimi şekillenmeye başlar. İşte bu dönüşüme tanıklık eden Cervantes zihinlerde gerçekleşen merkez kaymasını yaşayan en önemli isimlerden biri olmuştur. Yukarıda anlattıklarımızdan anlaşıldığı üzere, Cervantes’te insan merkez haline gelir; farklı coğrafyalar ve farklı kültürel yapılar içerisinde olmakla birlikte özü itibariyle insanlık denilen şeyi oluşturan insan. Dolayısıyla Cervantes’te dünyanın merkezi her yerdedir artık.  

Eski Dünya temelli bir kavrayışa dayanan dar çerçeveden ve Avrupa merkezcilikten uzaklaşma durumu Cervantes’le sınırlı bir olgu değildir kuşkusuz. Rabasa burada başka çarpıcı örnekler verir. Sözgelimi İngiliz gezgin ve yazar John D. Coltrane’ın Sibirya ve Uzak Doğu’ya yaptığı seyahatler sırasında kaleme aldığı eşsiz güzellikteki anlatılarda, o güne kadar bilinmeyen ya da göz ardı edilen bir dünyada insanlıkla ve dünyanın bir parçası olma duygusuyla karşılaşmasına tanık oluruz. Coltrane insan denen varlığın dünyanın her yerinde aynı tabiata sahip olduğunu, aynı anda hem üstün hem de düşkün bir varlık olduğunu söyler. Ona göre Avrupalı ya da Hıristiyan olmanın verdiği ayrıcalık duygusu Avrupalılar’ın hüsn-ü kuruntusudur yalnızca. Öyle ki, Coltrane bir Avrupalı’nın taşıyabileceği önyargılarla yolculuğuna başladığında sefalet, ilkellik ve barbarlıkla karşılaşmayı beklerken, insanlık, cömertlik ve incelik dolu bir dünya bulur karşısında. Ve Avrupa’ya dönüşü sırasında bu güzellikleri geride bırakmanın üzüntüsünü duyar. 

Özetlemek gerekirse, Amerika’nın keşfiyle başlayıp bir bütün olarak dünyanın keşfine varan süreçte, Avrupalı yönetici çevreler, bilim insanları, kâşifler ve kimi entelektüeller tarafından, değişen dünya karşısında Avrupa’nın merkezî rolünü koruma veya pekiştirme yönünde ortaya konulan çabalar zamanla kendi antitezini yaratmış ve yine kimi entelektüel ve edebiyatçılar öncülüğünde insanlığı ve dünyayı merkeze alan bir anlayış yerleşmeye başlamıştır. Rabasa’nın sözleriyle ifade etmek gerekirse, Erasmus ve Castellion gibi hümanistlerin düşünceleri üzerinden “insanlık” olgusunu keşfederek “insanlaşan”, ardından kâşifler ve gezginler aracılığıyla dünyaya açılarak “dünyalılaşan” ve giderek yaygınlaşan bir entelektüel bakış açısı söz konusudur. Ve bu süreçte, Marco Polo gibi eski zaman gezginlerinin anlatılarına eklemlenen, Büyük Keşifler üzerinden Avrupalıları farklı dünyalarla buluşturan Giovanni Ramusio, Pietro Martire, Bartolomé de Las Casas ve Agustin de Zarate gibi önemli isimlerin çalışmaları, global ölçekte yaşanan büyük değişimlere rağmen Avrupa, Avrupalılık ve daha da önemlisi Katolik Avrupa’dan ibaret bir dünya tasavvurunda ısrar edenlere karşı önemli bir dayanak noktası oluşturmuştur.  

Not: Bu bir OULCIPO yazısıdır...
(Notos Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır.)

9 Mart 2014 Pazar

FRAGMANLAR

# Her hayvan bir üst-hayvandır; bir balık üst-balıktır, çünkü balık oluşu en üst düzeyde yaşar, her şeyiyle ideal bir balıktır o. Peki ya üst-insan? İnsan üst-insanın nasıl olacağına kendisi karar vermeye çalışıyor, bu yüzden de bir türlü karar veremiyor... Bana kalırsa, üst-insana en yakın durum anarşizmdir. Her türlü otorite, baskı ve denetimden kurtulacağı için. Anarşizmde denetim dışarıdan değil, içeriden gelir, içsel bir tutumdur... 

# Her insan, insan olmakta uzmandır; nasıl insan olacağını bilmeyen yoktur; tıpkı bir kuşun kuş olmayı iyi bilmesi gibi... 

# Çalışma ile hayatta kalma arasındaki bağın kopması, kopuşun derinleşmesi ve kural haline gelmesi; yabancılaşma, yapaylaşma, uygarlaşma. Doğada çalışma ile hayatta kalma iç içe geçmiştir, aynı anda yaşanır; on saat çalışıp bir saat yaşamak yoktur orada. Bir kuş ya da balık kendi vaktine tümüyle sahiptir, hakimdir. Karnını doyururken de, doyurduktan sonra da vakit tamamen ona aittir...
Kuş ya da balık yaşama uğraşını yaşamın dışına çıkarmaz; süblimleştirmez, metafizikleştirmez; yaşama yaşam olmayan yollardan ulaşmaz. Oysa biz bu bağı neredeyse tamamen koparmışız; yaşama ve yaşama uğraşına yabancılaşmışız; yaşamı metafizikleştirmişiz. Nerede yetiştiğini bilmediğimiz buğdayla yalnızca marketteki ekmek olarak ilişki kurarız ve ekmek için de yine ekmekle ilgisi olmayan işlerde çalışırız...
Bizim trajedimiz bu galiba. Kendi vaktimize ve yaşama uğraşımıza ne denli yabancılaşıyorsak, o denli bağımlı ve köle haline geliyoruz. Ve bunu toplumsal iş bölümü diye yutturuyorlar. Artık en ufak bir ihtiyacımızı dahi kendimiz karşılamaktan aciziz. Bizi köle yapan da bu. Sınırsız olarak dallanıp budaklanan bu sahte iş bölümüne dahil oldukça tam donanımlı bir tüketici/müşteri haline geliyoruz. Büyük ve ölümcül bağımlılık...
Bize dayatılan ihtiyaçlar arttıkça bu iş bölümü de artıyor, derinleşiyor, her bir "ihtiyaç" için yeni işbirlikleri içine giriyoruz... Kültürü reddedelim demiyorum; bu teorik olarak paradoksal bir şey zaten; yani imkansız. Demek istediğim, yaşamla, ekmekle, suyla doğrudan yani "samimi" bir ilişki kuralım. Yaratılan sisteme değil, yaşamın kendisine bağımlı olalım. Kendi zamanımıza ve yaşamla olan bağımıza sahip çıkalım. Elimiz buğdaya, suya, toprağa değsin; ve bunu kolektif olarak yapalım; zorunlu olarak değil, gönüllü olarak bir araya gelelim...

# Devlet, halk, millet, milli irade nasıl işliyor? Topluluktan topluma geçiş, soy zincirinden ittifaka geçiş; ama bu geçişte ittifakların soy zinciri görüntüsü altında sunulması, metafizikleşen soy zinciri. Eskiden despot veya kral soy zinciri çizgisinde egemenliğini sürdürürken, yönetilenler metafizik bir soy zinciriyle, ama aslında ittifak dayatmasıyla ona bağlanırdı. Bugün bu işlem modern Devletle devam ediyor. Demek ki mesele bireyin ölümünden sonra onun toplumsal olarak yeniden yaratılması, onun çeşitli ittifaklar biçiminde metafizik bir soy zincirine bağlanması; bu zincire bağlanan "bireyin" üzerinde yapılan kolektif/yasal yatırımlar: muhafazakarlığın, milliyetçiliğin, ırkçılığın, kapitalist hegemonyanın temel dayanağı; devlet, toplum, halk, milli irade vs. buna yaslanıyor hep. Bunun bir sonraki aşaması ise küresel metafizik soy zincirinin inşası yani İmparatorluk, ki şimdiden bunu yaşıyoruz zaten. O halde işleyişi sağlayan şey metafizik soy zincirinin yaratılmasıdır; bireyi topluma ve sisteme bağlayan şey ittifak değil, bu soy zinciridir. Zincir koptuğunda ittifak da bitecek. Zaten bu zinciri koparanlar muhalif oluyor, sosyalistler, feministler, anarşistler vs. sistemle çatışmaya giriyor derhal; ittifak havaya uçmuş oluyor çünkü...
# Biz konuşurken neler olur tam olarak? Nasıl konuşuruz? Aslında her şey seçmekten ibaret. Gündelik konuşmalarda, bu seçimler neredeyse ışık hızında ve sanki bilinçsizce yapılır. Dikey ve yatay seçimler. Dikey doğrultuda sözcükler sonsuzca alt alta sıralanır; ve bu dikey doğrultular da çok sayıdadır, sonsuzca yanyana sıralanır. Biz söylemek istediğimiz şeye yani ihtiyacımıza göre dikey doğrultulardan seçimler yaparız; inanılmaz bir hızla yaptığımız her seçimi inanılmaz bir hızla yan yana dizeriz; böylece yatay bir doğrultu yani sentagmatik hat oluşur. Oluşturduğumuz yatay dizi bizim konuşurken söylediğimiz şeyin kendisidir. Gündelik konuşmalar böyle yüksek hızda seçimlerden ibarettir. "Şu kalemi bana ver" dediğimizde, "şu kalemi bana ver" cümlesini, cümlenin oluşumunu düşünmeyiz; sonsuz hızda, bir tür alışkanlık halinde, kendiliğinden konuşuruz. Ama üzerine düşünerek konuştuğumuzda ya da yazı yazarken yavaşlarız; seçim yapma hızımız azalır; dikey hattaki her bir sözcüğü özel olarak seçeriz; bu yavaşlama yatay dizide de yaşanır; yaptığımız dikey seçimleri yine özel tercihlerle yanyana sıralarız. Böylece ortaya üzerinde düşünülmüş fikirler çıkar. Teoriler, makaleler, felsefe ve sanat metinleri böyle oluşur.. Konuşmanın dışında, aynı şey kendi kedimize düşünürken de geçerlidir. Daima seçimler yaparız; fakat konuşmanın aksine, düşünürken sözcükleri değil imgeleri, izlenimleri, duyumsamaları seçeriz; bunları karşılayan sözcükler konuşurken veya yazarken ortaya çıkar...
Öğrenme dönemi ve karar verme dönemi: Çocukluk öğrenme dönemidir; temel düzeyde, kültürel ve sosyal olana adapte olmayı öğrenmek; insan için bu dönem gerekli ve kaçınılmazdır.. Yetişkinlik ise karar verme dönemi, yani öğrendiğin tüm şeylerden sonra bireysel olarak karar verecek noktaya gelmek. Bu aşamada hâlâ bireysel kararlar alamıyorsak, sistemin/toplumun büyük denetimi altında oluruz; düşünceler, davranışlar, eylemler ve sözler sistemin belirlediği kodlar ve ölçülere göre oluşur; sadece kodlara uyan akışlara izin verilir; neyin gireceği neyin çıkacağı bellidir. Kodları kırmaya, çarpıtmaya veya aşmaya çalıştığımızda bir "sapma" olarak damgalanırız; biz bu sapmayı muhaliflik olarak yaşarız. Artık bize öğretileni değil, kendi irademizle karar verdiğimiz şeyi yaparız. Politik düşüncemiz, insana dair bakışımız, ilişki biçimlerimiz, yaşam tarzımız, davranışlarımız, sözlerimiz ve düşüncelerimiz buna göre şekillenir; ardından sistemle/toplumla çeşitli yoğunlukta uyuşmazlıklar, "çatışmalar" başlar; en basit gündelik davranıştan en kritik politik durumlara kadar.. Öğrenme dönemini aşamadığımız, bu döneme saplanıp yalnızca bize öğretilenlere göre hareket ettiğimiz sürece bir toplumsal "ürün" olarak yaşarız; karar verme dönemine geçtiğimizde birey olmaya başlarız...

10 Ocak 2014 Cuma

BEDEN YÖNETİMİ OLARAK EDEBİYAT


Edebiyat Nedir? sorusuna farklı cevaplar vermek mümkündür. Stephen Mandell’in Laurie G. Kirszner'la birlikte kaleme aldığı "Edebiyat” adlı kitabı da kendine özgü bakış açısıyla edebiyata farklı tanımlar getirmeye çalışıyor. Böyle bir kitabı okumadan önce, edebiyat konusunda her okur veya eleştirmen kendince bir fikre sahiptir kuşkusuz. Fakat kitapta hiç beklemediği yaklaşımlarla karşılaşması da mümkündür. Bu açıdan, söz konusu kitapta Mandell’in “edebiyat nedir” sorusuna verdiği cevaplardan biri oldukça şaşırtıcıdır; ve aynı ölçüde ufuk açıcıdır.
Mandell edebiyatın bir “bedensel rejimler toplamı” olarak tanımlanabileceğini söylüyor. Kitapta “Edebiyat Nedir?” başlıklı bir makalede geliştiriyor bu düşüncesini. Edebiyatı bir “beden yönetimi” olarak okumak özgün bir yaklaşım. Bu bir bakıma edebiyatı yalnızca teorik bir şey olmanın ötesinde, aynı zamanda bir “pratik” olarak görmek demektir; insan bedenine yönelik bir pratik. Mandell, Fransız sosyolog Marcel Mauss’un “Bedensel Teknikler Üzerine” adlı bir makalesine dayanarak yapıyor “bedensel rejimler toplamı” tanımlamasını. Aslında Mauss bahsi geçen makalede edebiyata dair herhangi bir şey söylemiyor. Fakat Mandell, Mauss’un değerlendirmelerinin edebiyata da uyarlanabileceğini düşünüyor.
İnsanın bedenini yönetme ve kullanma biçimleri insan yaşamı dediğimiz şeyi oluşturur; başka bir ifadeyle, yaşamöyküsü insanın bedeniyle ilgili bütün kullanımların toplamıdır ve ona yönelik fikir veya projeler de bu toplama dahildir.
Her edebiyat metni şu veya bu şekilde belli bir karakterin (veya karakterlerin) bizzat yaşadığı veya onun çevresinde gelişen olayları aktarır; yani onun yaşamöyküsünden bir kesit sunar (veya tümünü). Karakterin bedensel devinimleri, bedeninin aldığı şekiller veya içine girdiği durumlar açısından bakarsak, o edebiyat metni söz konusu karakterin bedensel yönetimidir. Karakterin yaptığı her şey bedenin kullanımını ve dolayısıyla yönetimini ifade eder. Düşünceler ve konuşmalar da buna dahildir; zira her düşünce kendi bedenini kullanma ve yönetme biçimine ya da başka bedenleri ve nesneleri belli bir devinim veya durum içerisinde tasavvur etmeye işaret eder. Dahası düşüncenin kendisi de edebi anlatı içinde bir devinimi, karakterin zihninin kullanım biçimini ifade eder. Bir metinde yer alan nesneleri de birer beden olarak düşünürsek (sözgelimi Fransızca corps sözcüğü hem nesne hem de beden anlamına gelir), metinde aldıkları şekilleri veya bulundukları durumları da yine beden kullanımı ve yönetimi olarak tanımlayabiliriz. Bu durumda, metni oluşturan bütün unsurlar bedensel yönetime dahil olur.  
Karakterlerin beden kullanımı/yönetimi doğal olarak birinci plandadır; genelde metnin odağını oluşturan budur. Edebiyat kurgusal olarak karakterlerin (veya nesnelerin) bedenleri üzerinde oynanan çeşitli oyunlardır; başka türlü söylersek, edebiyat, malzemesi bireyler veya nesneler olan bir beden yönetimi deneyidir. Bu aynı zamanda şu anlama geliyor: Edebiyat metinleri insan bedeninin hangi muhtemel şekillerde yönetilebileceğini, yani bir insanın neler yapabileceğini veya neler yaşayabileceğini gösterir. Yazar metni oluştururken karakterleri belli durumlar içerisine sokar, onlara bir takım şeyler yaptırır, konuşturur veya düşündürür; aynı yönetim süreci nesneler veya metnin atmosferi için de geçerlidir. Karakterlerin, nesnelerin veya “durumların” yönetimi bir araya geldiğindeyse, bedensel rejimler toplamı olarak edebiyat eseri dediğimiz şey ortaya çıkar. 
Mandell edebiyat ve beden yönetimi konusunda söylediklerinin yalnızca edebi metinler değil, aynı zamanda o metinlerin alımlayan okurlar için de geçerli olduğunu söylüyor. Her bir edebiyat eseri okurlar için de bir bedensel yönetim deneyidir. Fakat bu deney potansiyel düzlemde gerçekleşir. Okur eline aldığı her metinde kendi bedeninin potansiyel kullanımına tanık olur; her bir metin onun bedeninin alabileceği potansiyel biçimleri sergiler. Her seferinde potansiyel olarak kendini yeni bir bedensel rejim içerisinde bulur. Okur metinde yer alan herhangi bir karakterle kendini özdeşleştirdiğinde ise, kendi “bedensel tarihiyle” karşılaşır. Metinde spesifik bir devinim sergileyen beden, okurun olduğu, olmak istediği veya olmak istemeyeceği şeyi temsil eder; bir başka ifadeyle, okur kendi bedensel rejiminin somutlaşmış şekline tanık olur.

Mandell’in edebiyat ve bedensel rejimler şeklindeki yaklaşımını hemen her edebiyat eserinde uygulamak mümkün. Mandell, birçok şey olabilen edebiyatın böyle bir “şey” de olabileceğini söylüyor; edebiyat eserlerine farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor; ve bu eleştirmenler için olduğu gibi, okurlar için de geçerlidir.  

Not: Bu bir OULCIPO yazısıdır...