İnsan yaşamı organize bir deliliktir. “Zararsız bir delilik” diyor Demir
Özlü son kitabında. Bu deliliğin tarihi üst üste konulan birkaç taş, birbirine
tutturulan eğreti ağaçlar ve kabaca uzatılmış yüzeylerle başlıyor. Taşlar
düzeldikçe, ağaçlar yontuldukça ve yüzeyler inceldikçe, bu tarih geri dönülmez
bir yola girmiş oldu. Tedirgin ama kararlı sayısız ellerin yolculuğudur bu.
Bu yolculuğun vardığı son noktada, insanoğlu, kendi ellerinden çıkan ama
artık tanıyamadığı kentlerin sokaklarında buldu kendini. Bir kavram olarak
kendisinin yarattığı, olgusal olarak yaşadığı, fakat bir gerçeklik olarak
yabancılaştığı kentler.
İnsanlar kentleri yaratır. Kimsenin hatırlamadığı zamanlarda başlayan bir
hikayeyi anlatır gibi. Herkes bu hikayeye kendinden bir şeyler ekler ve yeni
halleriyle geleceğe taşır. Önünde Boş Bir Uzam’da anlatıcı, Berlin kentinin
uzayıp giden hayatında, bir noktada bu hikayeye katılmıştır. Bir zaman ondan
ayrılmış, sonra yeniden dönmüştür. Ve şimdi bir kez daha kentin
sokaklarındadır. Bir yandan geçmişi dinlerken, bir yandan da şimdiyi anlatır. Eski
izlerini bulur, yeni izler bırakır. Kent biraz da odur artık. Kendi kendine
anlatılır…
İnsanlar kentleri yaratır; ama bu yaratılış anına tanık olanlar ve
onların tanıklığını dinleyenler yok olup gittiğinde, kentler adeta kendi başına
gerçekleşen birer varlık görünümünü alırlar. Sanki kendiliğinden topraktan
yükselen yeryüzü şekillerine dönüşürler zamanla. An geçtikçe oraya köklerini
salar ve hep oradaymış gibi görünürler insanlara. Bu andan sonra artık kent
insanları yaratmaya başlar. Bu kuşatıcı uzamda biten ya da oraya akan herkes
onun ellerinde şekil alır, oluşur, dönüşür. İnsanlar sonsuz kolları olan
zincirler halinde birbirlerine eklenir ve bu devasa zincir bitimsiz bir biçimde
uzayıp gider.
Yaşam kent kılığına bürünerek insanın kanına girer ve bir virüs gibi onun
varlığı içinde yayılır. Bu hastalıktan kurtulması neredeyse imkansızdır artık. Kent
insanın yakasından tutar, onu parçalara ayırarak kendi içinde dört bir yana
savurur. Gittiği her yerde kendisinden bir şey vardır artık. Her bir parça bir
yerlerde asılı kalan birer anı halini alır. Kimi zaman kendini hatırlatan,
yeniden yaşatan ya da geri dönmemek üzere unutulan anılar. İnsan, varlığı son
bulana kadar, kentin damarlarında dolaşır, etrafa dağılan parçalarını yeniden
bulur, onları bir araya getirir, kendini tamamlar. Bazıları sıradan küçük
şeyler iken, bazıları bütüncül, temel ve vazgeçilmezdir. Ve rafine bir takım hatıralar
türlü vurgularla kendilerini duyumsatır. Ama anılar hatırlanmasalar bile, kimse
onları yeniden canlandırmasa bile, kentin bir yerlerinde yaşamaya devam
ederler. Kendi başlarına anlatılıp dururlar. Ta ki o kent yok olup gidene
kadar.
Önünde Boş Bir Uzam’da anlatıcının yaptığı da budur. Ve bunu yaparken bir
yandan da yeniden parçalara ayrılarak kentin sokaklarına yayılıyor, yapılarına bulaşıyor,
havasına karışıyor. Her seferinde kendisinden yeni bir şeyler bırakıyor oraya; ama
aynı zamanda yeni bir şeyler alıyor ve böylece giderek sonsuz bir biçimde
kentin varlığına katılıyor. Artık daha fazla yerde, daha fazla şey olmaya
başlıyor. Ve her seferinde bütün bunlar katlanarak gidiyor.
Anlatıcı kenti yaşarken, başka kentleri, sokakları ve yapıları da beraberinde
taşıyor. Zira o birçok kente, sayısız sokaklara, yapılara ve yollara
dağılmıştır. Onlarla yan yana, uç uca, iç içedir. Tıpkı eski zamanlarda
anlatılan büyücüler gibi, aynı anın içinde farklı yerlerde belirir, farklı
şeyler yapar. Anlatıcı yalnızlığı içinde yol aldıkça, başka tanıklıklar ona
eşlik eder. Bir zamanlar kente izlerini katmış kimselere ait tanıklıklar. Ve
anlatıcı kendi kentsel varoluşuyla onların tanıklığına tanık olur. Yol aldıkça
büyük şairlerin, yazarların ve düşünürlerin hikayelerini dinler. Kent kendi
varlığına eklenen o büyük isimlerle bir daha büyür, yücelir. O yüceldikçe
anlatıcı giderek bir nokta halini alır ve onun siluetinde erir gider. Bir
yandan da onun büyüklüğüyle donanır, anlam kazanır. Yalnız kendisinin
ayrımsadığı bir anlam.
Kent yalnızca büyük insanları, muazzam yaşamları ve devasa anıları
barındırmaz. Yalnızca onları anlatmaz. Bir zamanlar kendi varlığına eklemlenen,
onun devasa bedeni üzerinde akıp giden herkese dair söyleyecek sözleri vardır. Yeni
gelenlere, oradan geçip gidenlere onların hikayelerini anlatır. Her birinden
yaşanmış birer parça kalmıştır bir yerlerde. Kimi zaman birer vaka olarak, kimi
zaman ise yapılarda ve sokaklarda yer eden birer iz olarak. Beklenmedik bir
anda, trajik bir kopuşla kendisinden göçüp giden, yaşadıklarından çok
yaşamadıklarıyla kendi bedeninde ve tarihinde iz bırakan insanların anılarını
itinayla saklar. En acımasız gerçekleri en ufak bir sıkılma duymadan döker
ortaya. Bilmek isteyenlere bildirir, anlamak isteyenlere anlatır (kaldırımlarda
sarı harflerle yazılmış isimler).
Her şey gibi kentlerin de bir sonu vardır anlatıcı için. Bir kente ne zaman
ve nasıl başladığının, onu nasıl taşıdığının bir önemi kalmamıştır belki de. O
şimdilik bittiği noktadadır; yeniden başlamak umuduyla. Soyut bir varlık ya da
bir takım duygulanışlar halinde, kenti ve ona dair tanıklıklarını yanına alarak
çekip gider. Tanık olunan şimdiki anlar birer hatıra olmaya başlar artık. Kent
bir anı haline bürünerek göç eder anlatıcıyla birlikte. Artık uzaklarda, başka uzamlarda
yaşamaya başlar. O uzam ki nerelere varacağı, nasıl bir sona uzanacağı
bilinmez. Geçmişle ve şimdiyle harmanlanmış bir özyaşamöyküsünün geleceğe doğru
aktığı tozlu, belirsiz ve kaçınılmaz bir yoldur. Kesin olan tek şey, o yolun yaşanacak
olmasıdır.
(Not: Sarnıç Öykü dergisinde yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder