4 Eylül 2015 Cuma

DOLAYLI YAŞAMLAR


Nerede yetiştiğini bilmediğimiz buğdayla yalnızca markette satılan ekmek olarak ilişki kuruyoruz ve o ekmeğe ulaşmak için de ekmekle ilgisi olmayan işlerde çalışıyoruz.

İnsanlık olarak, çalışma ile hayatta kalma arasındaki bağı kopardık; hem de çok uzun zaman önce. Kültür ve uygarlık olgularının gelişmesiyle birlikte, özellikle modern toplumların ortaya çıkışıyla, bu kopuş giderek derinleşti. Modern dünyada yaşamak için, yaşamakla ilgisi olmayan şeylerin peşinde koşuyoruz. Ve bugün geldiğimiz noktada, söz konusu kopuş artık bir kural haline gelmiş durumda. Başka türlüsünü düşünmek insanların aklına bile gelmiyor. Bu elbette ki kapitalist uygarlığın, yani bugünkü uygarlık modelinin bize dayattığı bir şey. Bugünkü düzeyiyle kapitalizm bu dayatma biçiminin en azılı halini temsil ediyor.
Doğada çalışma ile hayatta kalma iç içe geçmiştir, ikisi aynı anda yaşanır; aralarında hiçbir dolayım yoktur. Hayatta kalma çalışmanın doğal ve doğrusal sonucu olarak gerçekleşir. Denizdeki bir balık avlanırken aynı anda hem çalışmış, hem beslenmiş, hem yaşamış olur; bunlar birbirinden ayrı ve bağımsız değildir. Bu anlamda, balık kendi vaktine tümüyle sahiptir, hakimdir. Karnını doyururken de, doyurduktan sonra da vakit tamamen ona aittir.
Bizim içinse çalışmak ve yaşamak birbirinden tamamen ayrı şeyler artık; birbirinden bağımsız olarak ve farklı zamanlarda gerçekleşiyor. Bu da yaşama ve yaşam uğraşına yabancılaşmamıza, yaşamı dolayımlamamıza neden oluyor; yani yaşamı metafizikleştiriyoruz, yaşama yaşam olmayan yollardan ulaşıyoruz. Sözgelimi, nerede yetiştiğini bilmediğimiz buğdayla yalnızca markette satılan bir ekmek olarak ilişki kuruyoruz ve o ekmeğe ulaşmak için de ekmekle ilgisi olmayan işlerde çalışıyoruz. Bir bardak su içmek için bile suyla hiçbir ilgisi olmayan bağımlılık ilişkileri kuruyoruz. Uygarlık tarihi dediğimiz şey sürekli bir dolayımlama biçimi olarak kendini gösteriyor. Ve dolayım arttıkça hayatla olan ilişkimiz de giderek yapaylaşıyor.
İşte bizim açmazımız da bu. Yaşama uğraşına ne denli yabancılaşıyorsak, o denli bağımlı ve köle haline geliyoruz. Bunun en önemli nedeni de “iş bölümü” denilen şey. Bugünkü haliyle iş bölümü insanı tek bir konuda uzmanlaştıran ve diğer tüm konularda tümüyle pasif, bilgisiz ve çaresiz bırakan bir süreç halini aldı. Dahası bu durum bize iyi bir şeymiş gibi yutturuluyor. Artık en ufak bir ihtiyacımızı dahi kendimiz karşılamaktan aciziz. Her an sistemin araçlarına muhtaç haldeyiz ve onun tüm kurallarına uymaya zorlanıyoruz. Bugün çoğunlukla yapay olan ve bize dayatılan yüzlerce ihtiyacımız var. Her ihtiyaç yapay bir iş bölümüne ve her iş bölümü de yapay bir ihtiyaca işaret ediyor. Boğucu bir kısırdöngü bu. Bağımlılıklarımız giderek atıyor ve bizi iyice köleleştiriyor. Sınırsız olarak dallanıp budaklanan bu sahte iş bölümlerine dahil oldukça tam donanımlı bir tüketici/müşteri haline geliyoruz. Bu tıpkı yüzlerce parçadan oluşan bir pastanın her bir parçasının başka bir yerde başka insanlar tarafından üretilip bir araya getirilmesi gibi. Ve tek bir parçayı elde etmek için bütün pastanın varlığını zorunlu kılıyoruz.


Çalışma ile hayatta kalma arasındaki bağın kopmasının temel nedeni kültür-doğa ayrımından değil, bizim halihazırda yaşadığımız kültür ve uygarlık modellerimizden, yani uygarlığı anlama biçimimizden kaynaklanıyor. İlerleme ve kalkınma dediğimiz şey yapaylaşma ve yaşamın kendisinden giderek daha fazla uzaklaşma süreci olarak işliyor. Uzaklaştıkça aradaki yollar giderek çatallanıyor, büsbütün kayboluyoruz. Üstelik yaşamı kolaylaştırma iddiası/çabası giderek yaşamı zorlaştıran bir şeye dönüştü. “İlkel” diyerek küçümsediğimiz insanlar tamamen kendi başlarına hayatta kalabiliyorlar. Peki ya biz? Bir gün kalktığımızda marketlerin kapalı ya da boş olduğunu görsek hepimiz aç kalırız; işte uygarlık modelimizin ve o sınırsız iş bölümünün sonucu.
Yaşama böylesine yabancılaşmak, aslında kendi zamanımıza yabancılaşmak demek. Kendi zamanımızı yaşayamıyoruz biz; hep başka şeylere, başka yerlere devrediyoruz vaktimizi. Yirmi dört saatlik günümüzün büyük bir bölümünü yaşamımızla doğrusal bir ilişkisi olmayan meşguliyetler için harcıyoruz. Geniş zamanlarımızı başkalarına (sisteme) “satıp” karşılığında dar zamanlar alıyoruz. Ve elimizde kalan bu dar zamanlarla mutlu olmaya çalışıyoruz. Kendi zamanına en çok sahip olanlar yerel yaşam biçimleri veya köylülerdir belki de. Çünkü yaptıkları çoğu şey doğrudan kendi yaşamlarıyla ilgili; yani vakitlerini kendileri için harcıyorlar. Ne var ki bunun pek farkında değiller ve bir an önce modern topluma, yani yapay iş bölümlerine dahil olmak için can atıyorlar sanki.
Kısaca demek istediğim, yaşamak için yaptığımız şeyler ile yaşamın kendisi arasında daha doğrudan yani daha "samimi" bir ilişki kurulmalı. Çok boyutlu ve yapay iş bölümleriyle bize dayatılan yapay yaşamlara saplanmaktan kurtulmalıyız. Bunun için de kapitalist sistemi ve onun uygarlık anlayışını aşmalıyız. Böylece kendi zamanımıza ve yaşamla olan bağımıza sahip çıkmış oluruz. Ve bunu kolektif olarak yapalım; zira bugün toplum dediğimiz şey, birbirini hiç tanımayan ve zorunlu olarak bir arada bulunan insanlardan oluşuyor. Oysa zorunlu olarak değil, gönüllü olarak bir araya gelmeliyiz; çünkü gönüllülük olmadığı sürece, ortaya çıkan şeye “ilişki” değil, ancak “bağımlılık” denebilir; bağımlılık ise bizi modern köleler yapan şeydir zaten.

Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 

2 yorum:

katay dedi ki...

Çok beğendim, sizi tebrik ederim yüksek farkındalığınızdan ötürü.. ayrıca Pierre hadot çevirinizi de kitaplığımda tutuyorum..ne güzel şey gençlerimizin bir şeyleri çabuk farketmesi..
Çabuk farkeden, zarardan çabuk döner ya da dönülmesine sebep olur..

Oendoen dedi ki...

Teşekkürler güzel yorumunuz için. Yazıyı beğenmenize ve Hadot'yu okumanıza sevindim. Teşekkürler.