Nerede
yetiştiğini bilmediğimiz buğdayla yalnızca markette satılan
ekmek olarak ilişki kuruyoruz ve o ekmeğe ulaşmak için de ekmekle
ilgisi olmayan işlerde çalışıyoruz.
İnsanlık
olarak, çalışma ile hayatta kalma arasındaki bağı kopardık;
hem de çok uzun zaman önce. Kültür ve uygarlık olgularının
gelişmesiyle birlikte, özellikle modern toplumların ortaya
çıkışıyla, bu kopuş giderek derinleşti. Modern dünyada
yaşamak için, yaşamakla ilgisi olmayan şeylerin peşinde
koşuyoruz. Ve bugün geldiğimiz noktada, söz konusu kopuş artık
bir kural haline gelmiş durumda. Başka türlüsünü düşünmek
insanların aklına bile gelmiyor. Bu elbette ki kapitalist
uygarlığın, yani bugünkü uygarlık modelinin bize dayattığı
bir şey. Bugünkü düzeyiyle kapitalizm bu dayatma biçiminin en
azılı halini temsil ediyor.
Doğada
çalışma ile hayatta kalma iç içe geçmiştir, ikisi aynı anda
yaşanır; aralarında hiçbir dolayım yoktur. Hayatta kalma
çalışmanın doğal ve doğrusal sonucu olarak gerçekleşir.
Denizdeki bir balık avlanırken aynı anda hem çalışmış, hem
beslenmiş, hem yaşamış olur; bunlar birbirinden ayrı ve bağımsız
değildir. Bu anlamda, balık kendi vaktine tümüyle sahiptir,
hakimdir. Karnını doyururken de, doyurduktan sonra da vakit tamamen
ona aittir.
Bizim
içinse çalışmak ve yaşamak birbirinden tamamen ayrı şeyler
artık; birbirinden bağımsız olarak ve farklı zamanlarda
gerçekleşiyor. Bu da yaşama ve yaşam uğraşına
yabancılaşmamıza, yaşamı dolayımlamamıza neden oluyor; yani
yaşamı metafizikleştiriyoruz, yaşama yaşam olmayan yollardan
ulaşıyoruz. Sözgelimi, nerede yetiştiğini bilmediğimiz buğdayla
yalnızca markette satılan bir ekmek olarak ilişki kuruyoruz ve o
ekmeğe ulaşmak için de ekmekle ilgisi olmayan işlerde
çalışıyoruz. Bir bardak su içmek için bile suyla hiçbir ilgisi
olmayan bağımlılık ilişkileri kuruyoruz. Uygarlık tarihi
dediğimiz şey sürekli bir dolayımlama biçimi olarak kendini
gösteriyor. Ve dolayım arttıkça hayatla olan ilişkimiz de
giderek yapaylaşıyor.
İşte
bizim açmazımız da bu. Yaşama uğraşına ne denli
yabancılaşıyorsak, o denli bağımlı ve köle haline geliyoruz.
Bunun en önemli nedeni de “iş bölümü” denilen şey. Bugünkü
haliyle iş bölümü insanı tek bir konuda uzmanlaştıran ve diğer
tüm konularda tümüyle pasif, bilgisiz ve çaresiz bırakan bir
süreç halini aldı. Dahası bu durum bize iyi bir şeymiş gibi
yutturuluyor. Artık en ufak bir ihtiyacımızı dahi kendimiz
karşılamaktan aciziz. Her an sistemin araçlarına muhtaç haldeyiz
ve onun tüm kurallarına uymaya zorlanıyoruz. Bugün çoğunlukla
yapay olan ve bize dayatılan yüzlerce ihtiyacımız var. Her
ihtiyaç yapay bir iş bölümüne ve her iş bölümü de yapay bir
ihtiyaca işaret ediyor. Boğucu bir kısırdöngü bu.
Bağımlılıklarımız giderek atıyor ve bizi iyice köleleştiriyor.
Sınırsız olarak dallanıp budaklanan bu sahte iş bölümlerine
dahil oldukça tam donanımlı bir tüketici/müşteri haline
geliyoruz. Bu tıpkı yüzlerce parçadan oluşan bir pastanın her
bir parçasının başka bir yerde başka insanlar tarafından
üretilip bir araya getirilmesi gibi. Ve tek bir parçayı elde etmek
için bütün pastanın varlığını zorunlu kılıyoruz.
Çalışma
ile hayatta kalma arasındaki bağın kopmasının temel nedeni
kültür-doğa ayrımından değil, bizim halihazırda yaşadığımız
kültür ve uygarlık modellerimizden, yani uygarlığı anlama
biçimimizden kaynaklanıyor. İlerleme ve kalkınma dediğimiz şey
yapaylaşma ve yaşamın kendisinden giderek daha fazla uzaklaşma
süreci olarak işliyor. Uzaklaştıkça aradaki yollar giderek
çatallanıyor, büsbütün kayboluyoruz. Üstelik yaşamı
kolaylaştırma iddiası/çabası giderek yaşamı zorlaştıran bir
şeye dönüştü. “İlkel” diyerek küçümsediğimiz insanlar
tamamen kendi başlarına hayatta kalabiliyorlar. Peki ya biz? Bir
gün kalktığımızda marketlerin kapalı ya da boş olduğunu
görsek hepimiz aç kalırız; işte uygarlık modelimizin ve o
sınırsız iş bölümünün sonucu.
Yaşama
böylesine yabancılaşmak, aslında kendi zamanımıza yabancılaşmak
demek. Kendi zamanımızı yaşayamıyoruz biz; hep başka şeylere,
başka yerlere devrediyoruz vaktimizi. Yirmi dört saatlik günümüzün
büyük bir bölümünü yaşamımızla doğrusal bir ilişkisi
olmayan meşguliyetler için harcıyoruz. Geniş zamanlarımızı
başkalarına (sisteme) “satıp” karşılığında dar zamanlar
alıyoruz. Ve elimizde kalan bu dar zamanlarla mutlu olmaya
çalışıyoruz. Kendi zamanına en çok sahip olanlar yerel yaşam
biçimleri veya köylülerdir belki de. Çünkü yaptıkları çoğu
şey doğrudan kendi yaşamlarıyla ilgili; yani vakitlerini
kendileri için harcıyorlar. Ne var ki bunun pek farkında değiller
ve bir an önce modern topluma, yani yapay iş bölümlerine dahil
olmak için can atıyorlar sanki.
Kısaca
demek istediğim, yaşamak için yaptığımız şeyler ile yaşamın
kendisi arasında daha doğrudan yani daha "samimi" bir
ilişki kurulmalı. Çok boyutlu ve yapay iş bölümleriyle bize
dayatılan yapay yaşamlara saplanmaktan kurtulmalıyız. Bunun için
de kapitalist sistemi ve onun uygarlık anlayışını aşmalıyız.
Böylece kendi zamanımıza ve yaşamla olan bağımıza sahip çıkmış
oluruz. Ve bunu kolektif olarak yapalım; zira bugün toplum
dediğimiz şey, birbirini hiç tanımayan ve zorunlu olarak bir
arada bulunan insanlardan oluşuyor. Oysa zorunlu olarak değil,
gönüllü olarak bir araya gelmeliyiz; çünkü gönüllülük
olmadığı sürece, ortaya çıkan şeye “ilişki” değil, ancak
“bağımlılık” denebilir; bağımlılık ise bizi modern
köleler yapan şeydir zaten.
Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
2 yorum:
Çok beğendim, sizi tebrik ederim yüksek farkındalığınızdan ötürü.. ayrıca Pierre hadot çevirinizi de kitaplığımda tutuyorum..ne güzel şey gençlerimizin bir şeyleri çabuk farketmesi..
Çabuk farkeden, zarardan çabuk döner ya da dönülmesine sebep olur..
Teşekkürler güzel yorumunuz için. Yazıyı beğenmenize ve Hadot'yu okumanıza sevindim. Teşekkürler.
Yorum Gönder